E-ISSN: 2148-4570 ISSN:2148-4570
ANKARA MEDICAL JOURNAL - Ankara Med J: 20 (2)
Volume: 20  Issue: 2 - 2020
ORIGINAL ARTICLE
1.Evaluation of Health Literacy Level of Patients Applied to Family Health Centers: The Case of Çankaya District
Kenan Gözlü, Sıdıka KAYA
doi: 10.5505/amj.2020.02360  Pages 254 - 268
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmanın amacı Aile Sağlığı Merkezlerine başvuran hastaların sağlık okuryazarlığı düzeyinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel nitelikteki bu araştırmada hastaların sağlık okuryazarlığı düzeyini belirlemek için Avrupa Birliği tarafından geliştirilen ‘‘Sağlık Okuryazarlığı Anketi’’ kullanılmıştır. Araştırmanın evrenini Türkiye’nin sosyo-ekonomik seviyesi en yüksek ilçesi olan Çankaya’da ikamet eden, aynı ilçedeki Aile Sağlığı Merkezlerine başvuran, 18 yaş ve üzerindeki hastalar oluşturmaktadır. Araştırmaya 25 Aile Sağlığı Merkezinden 500 hasta katılmıştır.
BULGULAR: Hastaların genel sağlık okuryazarlığı indeksi ortalama 30,25±7,28 olarak hesaplanmıştır. Hastaların %20,90’ının yetersiz, %48,30’unun sınırlı, %24,90’ının yeterli ve %5,90’ının mükemmel sağlık okuryazarlığına sahip olduğu görülmüştür. Yaş, eğitim durumu, çalışma durumu, aylık gelir durumu, genel sağlık durumu, kronik hastalık varlığı, son 12 ayda aile hekimine başvuru sayısı ve aile hekimi tarafından ziyaret edilme durumu açısından hastaların sağlık okuryazarlığının genel düzeyinin veya alt indekslerinin istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar gösterdiği bulunmuştur (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastaların büyük bir çoğunluğunun sağlık okuryazarlığı yetersiz veya sınırlı düzeydedir. Bu durum sağlık okuryazarlığının artırılmasına yönelik faaliyetlerin gerçekleştirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the health literacy level of patients applied to Family Health Centers.
METHODS: ‘‘The Health Literacy Questionnaire’’ developed by the European Union was used to determine the level of health literacy of the patients in this cross-sectional study. The population of the study was composed of adult patients who applied to the Family Health Centers in Çankaya and live in same district. Çankaya is the district with the highest socio-economic level in Turkey. Five hundred patients from 25 Family Health Centers participated in the study.
RESULTS: The mean of overall health literacy index of the patients was 30.25±7.28. It was observed that 20.90% of the patients had inadequate, 48.30% had limited, 24.90% had sufficient and 5.90% had excellent health literacy. It was found that the general level or sub-indices of patients’ health literacy differed significantly by age, educational status, working status, monthly income status, general health status, having a chronic disease, number of visits to family physician and visits by family physician in the last 12 months (p <0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The health literacy of the majority of patients is insufficient or limited. This reveals the need to carry out activities aimed at increasing health literacy.

2.Treatment Adherence And Self-Efficacy Levels Of Adults Using Multiple Drugs
NUR DEMIRBAS, Ruhuşen Kutlu
doi: 10.5505/amj.2020.16362  Pages 269 - 280
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Bu çalışmada çoklu ilaç kullanan yetişkin hastaların tedaviye uyumlarını, öz-etkililik düzeylerini ve uyumu etkileyen faktörlerin etkisini değerlendirmeyi amaçladık.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Materyal ve method: Daha önce kronik hastalık tanısı konmuş ve son 2 aydır birden fazla ilaç kullanan 35 yaş ve üzeri bireyler çalışmaya alındı. Hastalara sosyodemografik özelliklerini, hastalık durumu ve kullanılan ilaç türlerini belirlemek amacıyla araştırmacılar tarafından hazırlanmış bir anket formu, İlaç Tedavisine Uyum Öz-Etkililik Ölçeği Kısa Formu (MASES-SF) ve Modifiye Morisky Ölçeği (MMÖ) uygulanmıştır.
BULGULAR: Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 275 hastanın %39,6’u (n=109) erkek, %60,4’ü (n=166) kadın, yaş ortalaması 67,42±11,5 yaş idi. Hastaların %53,8’inin ilaçlarını düzenli olarak kullandığı, %44,7’sinin ise “unutkanlık” nedeniyle ilaçlarını düzenli kullanmadığı tespit edildi. Değerlendirilmeye alınan hastaların MASES-SF puan ortalaması 33,65±8,6 (17-52) puan bulundu. Çalışmamızda 65 yaş altı olanların, evli olanların, ilköğretim ve üstü eğitimli olanların, geliri giderine eşit veya fazla olanların, il merkezinde eşi ile yaşanların ve hastalığının tedavisi hakkında bir sağlık çalışanı tarafından eğitim verilmiş olanlarda hem tedaviye uyum puanları, hem de MMÖ’den aldıkları motivasyon ve bilgi skorları daha yüksek bulundu (p<0,001).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Çalışmamıza katılan hastaların %46,2’si düzenli ilaç kullanmamaktadır. Hastalıkları ve tedavi süreci hakkında bir sağlık çalışanı tarafından eğitim verilmiş hastaların ilaç uyum ve tedaviye motivasyon oranlarının artmış olduğu görülmüştür.
INTRODUCTION: Background: In this study, we aimed to evaluate the treatment adherence, self-efficacy levels of adult patients using multiple drugs and the effects of individual factors affecting adherence.


METHODS: Methods: A 35-year-old or older patients who has been diagnosed with chronic disease who has been using more than one medication for the last 2 months were included in the study. A questionnaire prepared by the researchers to determine sociodemographic characteristics, disease status and drug types, a Short Form of Self-Efficacy Scale for Adherence/Adaptation to Medical Treatment and Modifiye Morisky Scale were applied to the patients.

RESULTS: Results: Of the participants, 39.6% (n = 109) were male, 60.4% (n = 166) were female and the mean age was 67.42 ± 11.5 years. While 53.8% of patients said they were using their medication regularly, 44.7% were unable to use their medication regularly due to forgetfulness. The mean score of the Self-Efficacy Scale for Adherence/Adaptation to Medical Treatment was 33.65 ± 8.6 (17-52). In our study, it was found that those who were under 65 years of age, those who were married, those who were educated by elementary school or higher, those who were equal or higher than the income, those who lived with their wife in the city center, those who have been trained by a health worker about the treatment of the disease had higher both treatment adherence and Modified Morisky motivation and knowledge scores (p<0,001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion: Of the participants, 46.2% do not use regular drugs. It has been observed that the patients who were trained by a health worker about their disease and treatment process have increased the rate of drug compliance and treatment motivation.

3.Evaluation of Patients Admissing Emergency Care Services from the Point of View of Family Medicine
Burcu Kayhan Tetik, Bora Tetik, Aytaç karaoğlan, Cem alpağan, Burak Mete, Nur Paksoy
doi: 10.5505/amj.2020.61214  Pages 281 - 289
GİRİŞ ve AMAÇ: Acil servislerin gerçek kullanılma nedenleri dışında uygunsuz kullanılması her geçen gün artmakta ve acil servislerin işleyişini bozmaktadır. Çalışmamızda Acil Servise müracaat eden hastaların bir yıllık verileri incelenerek, bu hastaların son tanılarına göre, ne kadarının acil servisleri uygun kullandığını belirlemek ve bu konuda oluşturulacak yeni politikalara yardımcı olmak amaçlanmıştır


YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak -31 Aralık 2017 tarihleri arasında hastanemiz acil servisine müracaat eden hastaların dosyaları incelenmiştir. Veriler SPSS 22 programı ile değerlendirilmiş, analizde Ki-kare testi kullanılmıştır. Anlamlılık değeri p<0.05 olarak kabul edilmiştir.
BULGULAR: Acil servise bir yıl içinde başvuranların %72.20’sinin (n: 42785\59282) birinci basamak veya uzman polikliniği başvurusu gerektiren nedenler ile başvurduğu, başvuru yapanların sadece %19.2’sinin (n: 11359\59282) gerçekten acil başvurusuna uygun olduğu bulunmuştur. Tüm müracaatlar içinde solumun sistemi ve ağrı şikâyetleri en sık başvuru nedenleridir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Acil servise başvuran hastaların büyük çoğunluğunun aslında acil kategorisinde olmadığı görülmüştür. Acil servislerdeki iş yükünün azaltılması aile hekimliği sisteminin etkin kullanılması için sevk sisteminin uygulanması, acil servislerde triaj uygulanmasının kullanılması ve uygunsuz şekilde acil servisi kullananlardan ekstra ücret alınması gibi önlemlerin uygulanabileceği kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: Inappropriate use of Emergency Department (ED) for non-urgent complaints compromises the functioning of ED and has been increasing day by day. In this study we examined the annual data of the patients who admitted to the Emergency Department in order to determine the ratio of appropriate usage according to the definitive diagnoses of the patients and to help forward new policies regarding this issue.



METHODS: Files of patients, who admitted to our ED between January 1 and to December 31 2017, were examined. Data were evaluated by SPSS software version 22 and the analyses were performed by using Chi-square test. A value of p <0.05 was accepted to be statistically significant.
RESULTS: We found that 72.20% (n: 42785\59282) of the people who admitted to the ED during one year had admitted for complaints that should be addressed in the primary healthcare centers or specialist policlinics and only 19.2% (n: 11359\59282) of the ED visits were appropriate. We also found that the most frequent reasons for ED visits were respiratory system symptoms and pain.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found that the vast majority of the patients who admitted to the emergency department were not actually urgent. We suggest that measures such as effectuation of the referral system for effective use of the family medicine system, use of triage in emergency departments, and extra fees for using the emergency department inappropriately can be implemented to reduce the workload in emergency services.

4.The Determination Of Health Needs Of Ahiska Turk Immigrants Resettled In Erzincan; a cross-sectional study
Selçuk Akturan, Arif Caner Erdoğan, Aybeniz Şenay, Hatice Gizem Çadırcı, Göksu Açabay, Bilge Tuncel
doi: 10.5505/amj.2020.34603  Pages 290 - 297
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, Erzincan'ın Üzümlü ilçesine yerleştirilen Ahıska Türkü göçmenlerin sağlık durumlarını ve sağlık ihtiyaçlarını belirlemek, elde edilen veriler ışığında sağlık politikalarını iyileştirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel tipte bir çalışmadır. Çalışmanın evrenini Üzümlü'de yaşayan 1231 Ahıska Türkü oluşturmaktaydı. Örneklem büyüklüğü en az 233 olarak hesaplanmış, örneklemi belirlemek için sistematik örneklem metodu kullanılmıştır. Araştırma 1 Nisan ile 30 Eylül 2017 tarihleri arasında demografik bilgi, sağlık durumu ve sağlık ihtiyaçlarına yönelik 41 soru içeren bir anket aracılığıyla uygulanmıştır. Tanımlayıcı istatistiksel analizler için SPSS 23 istatistik programı kullanılmıştır.
BULGULAR: 237 katılımcı çalışmaya dahil edilmiştir. Kronik hastalık oranı %47.00 olup, bu hastaların %54.00'ı kronik hastalıklarının kontrol altında olmadığını belirtmişlerdir. Ortalama hekim ziyareti sayısı 3,56 olarak saptanmıştır. Katılımcılar en çok ziyaret ettikleri sağlık profesyonelini ‘aile hekimi’ olarak belirtmişlerdir. Katılımcıların %17.50'si kısa depresyon tarama ölçeğinin iki sorusuna da olumlu cevap vermiştir. Katılımcıların %60,10'u sağlık hizmeti alırken sorun yaşadıklarını belirtmişlerdir. En çok ifade edilen sorunlar: iletişim (% 34.00), özensiz bakım (% 18.50) ve ayrımcılık (% 8.40) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kronik hastalık prevalanslarının Türk popülasyonundan daha düşük olduğu söylenebilir. Göçmenlerin destek almak için sağlık profesyoneli olarak akıllarına ilk gelen aile hekimleriydi. Ayrımcılığın azaltılması amacıyla “çeşitlilik yönetimi” politikasının uygulanması, aile hekimlerinin göçmenlere yönelik etkili sağlık hizmeti sunmaları için bu doğrultuda eğitilmeleri önerilebilir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to determine health status and health needs of Ahıska Turks immigrants settled in Uzumlu district of Erzincan, and to improve health policies in the light of data obtained.
METHODS: This is a cross-sectional study. Targeted population of study was 1231 Ahiska Turks who lived in Uzumlu. Sample size was calculated as at least 233. Systematic sample method was used for determining sample. Researches applied a questionairre, which was including 41 questions for demographic information, health status and health needs between April 1 to September 30, 2017. SPSS 23 statistical program was used for descriptive statistical analyses.
RESULTS: 237 participants were included in the study. The rate of chronic diseases (CDs) was 47.00%, and 54.00% of chronic diasese patients indicated that their chronic disease had not been under control. The mean number of physician visits was 3.56, and the most visited physician was primary care physician (PCP). The 17.50% of participants answered positively to the two questions of short depression screening scale. The 60.10% of participants stated that they have problems during getting health care. The mostly stated problems were: communication (34.00%), inattentive care (18.50%), discriminition (8.40%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It can be emphasized that our CDs prevalences are lower than Turkish population. The first healthcare profession came to immigrants’ mind for getting support was PCPs. For the purpose of decreasing discrimination, ‘diversity management’ policy should be implement, and PCPs should be trained for efficient healthcare service.

5.Views of Turkish and Syrian Refugee Women Who are from Two Different Cultures on Tubal Ligation
sevgül donmez, Süreyya Gümüşsoy, HATICE SERAP KOÇAK
doi: 10.5505/amj.2020.38981  Pages 298 - 314
GİRİŞ ve AMAÇ: Tubal ligasyon, çiftler için en etkili ve en güvenilir aile planlaması yöntemlerinden biri olmasına rağmen, bu yöntemin kabulü toplumdan topluma değişiklik göstermekte ve bazı medikal, sosyo-ekonomik, dini ve kültürel nedenlerden dolayı kullanımı reddedilebilmektedir. Araştırma, Türk ve Suriyeli kadınların tubal ligasyon hakkında bilgi ve tutumlarını belirlemek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma, Türkiye'nin güneydoğusunda bir devlet hastanesinde postpartum servisi'nde doğum yapan 420 Türk ve Suriyeli kadın ile tanımlayıcı ve kesitsel olarak yapılmıştır. Araştırmada veri toplama araçları olarak “Tanılama Formu” kullanılmıştır. Türk ve Suriyeli kadınların cevaplarını karşılaştırmak için tanımlayıcı istatistikler kullanılmıştır.
BULGULAR: Türk kadınların %32.1'i, Suriyeli kadınların %46.8'si tüplerin bağlatılmasının günah olduğunu; Türk kadınların %22.8'i, Suriyeli kadınların %37.6'si tüplerin bağlatılmasının kadına aile hayatında otorite kaybettireceğini; Türk kadınların %22.8'i, Suriyeli kadınların %43.9'u tüplerin bağlatılmasının cinsel hayatı olumsuz etkileyeceğini; Türk kadınların %20.9'u, Suriyeli kadınların %36.1'i tüplerin bağlatılmasının yasaklanması gerektiğini; Türk kadınların %60.4'ü, Suriyeli kadınların %45.9'u tüplerin bağlatılmasının güvenilir bir yöntem olduğunu ve Türk kadınların %34.4'ü, Suriyeli kadınların %48.3'ü bir kadının çok çocuğunun olmasının kadına toplumda güç ve statü kazandırdığını düşündükleri saptanmıştır (p=<.05)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın sonucunda kadınların tubal ligasyon hakkında yetersiz bilgiye sahip olduğu, Suriyeli kadınların Türk kadınlarından tubal ligasyon hakkında daha fazla olumsuz tutuma sahip olduğu belirlenmiştir. Bulgularımız kültürel farklılıkların tubal ligasyona yönelik tutumları ve kabulleri üzerinde önemli etkileri olabileceğini vurgulamaktadır.
INTRODUCTION: Although tubal ligation (TL) is a safe and effective method of permanent contraception, women may reject it for medical, social, economic, religious, and/or cultural reasons. The study was conducted to determine knowledge about and attitudes toward TL among Turkish and Syrian women.
METHODS: Cross-sectional, descriptive study was conducted with 420 women in the women’s health unit of Hospital affiliated with the Ministry of Health in the southeastern Turkey. It was used an information form data collection. It was used descriptive statistics to compare the responses of Turkish and Syrian women.
RESULTS: The investigation of the Turkish and Syrian women’s perspectives of tubal ligation demonstrated that 32.1% of the Turkish women and 46.8% of the Syrian women considered it as a sin, 22.8% of the Turkish women and 37.6% of the Syrian women thought they might lose their authority in the family life, 22.8% of the Turkish women and 43.9% of the Syrian women thought that the intervention might have a negative impact on their sexual life, 20.9% of the Turkish women and 36.1% of the Syrian women thought that tubal ligation should be banned, 60.4% of the Turkish women, 45.9% of the Syrian women believed that tubal ligation was a reliable method and 34.4% of the Turkish women and 48.3% of the Syrian women thought that having a lot of children gained them strength and status in the society (p = <.05)
DISCUSSION AND CONCLUSION: Overall knowledge of women about TL was insufficient, and Syrian participants displayed more negative attitudes towards TL than Turkish participants. Our findings underscore the fact that cultural differences may have important effects on attitudes toward and acceptance of TL.

6.The Relatıonshıp Between Internet Addiction And Nutrıtıon Exercıse Behavıors In Adolescents
Ayla Hendekci, İlknur Aydın Avcı
doi: 10.5505/amj.2020.52533  Pages 315 - 326
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırma, adölesanlarda internet bağımlılığı ile beslenme egzersiz davranışları arasındaki ilişkinin incelenmesi amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı türdeki araştırmanın evreni, Giresun ilindeki bir ortaokulda öğrenim gören 6, 7 ve 8. sınıftaki adölesan dönem öğrencileridir (n=440). Araştırmaya katılmayı kabul eden ve ulaşılabilen 400 öğrenci ile araştırma tamamlanmıştır (%91). Veriler, Tanıtıcı Bilgi Formu, İnternet Bağımlılık Ölçeği (İBÖ) ve Beslenme Egzersiz Davranışları Ölçeği (BEDÖ) ile toplanmıştır. Veriler SPSS 20.00 programı ile analiz edilmiş ve tanımlayıcı istatistikler (frekans, yüzde, varyans, t testi, Kruskall Wallis testi) kullanılmıştır.
BULGULAR: Araştırmaya katılanların yaş ortalaması 12,25±0,98 olup %51,25’i kadın, % 50,75’i interneti en az bir saat kullanmakta ve %31,75’i interneti bilgilenmek amacıyla kullanmaktadır. Adölesanların İBÖ ve Sağlıksız Beslenme-Egzersiz Davranışı boyutu puanları erkeklerin aleyhine bulunmuş, adölesan okul başarısı ile internet bağımlılığı ve beslenme egzersiz davranışları arasında bir ilişki olduğu ve adölesanların günlük olarak internette geçirdikleri zaman ve internet kullanım amacına göre İBÖ ve BEDÖ puanları arasında ilişki olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Adölesanların farklı tanımlayıcı özelliklerine göre internet bağımlılığı ve beslenme egzersiz davranışları arasında ilişki olduğu görülmektedir. Risk faktörlerinin erken dönemde belirlenmesi, okul-aile-öğrenci ile işbirliği yapılması gerekmekte olup adölesanların uygun eğitimlerle desteklenmesi önerilmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to investigate the relationship between internet addiction and nutrition exercise behaviors in adolescents.
METHODS: The universe of the descriptive study is the 6th, 7th and 8th grade adolescent students studying in a secondary school in Giresun (n = 440). The study was completed with a total of 400 students who agreed to participate in the study (91%). Data were collected by using the Descriptive Information Form, Internet Addiction Scale (IAS) and Nutrition Exercise Behavior Scale (NEBS). The data were analyzed with SPSS 20.00 program and descriptive statistics (frequency, percentage, variance, t test, Kruskall Wallis test) were used.
RESULTS: The mean age of the participants was 12.25±0.98 and 51.25% were women, 50.75% were using the internet for at least one hour and 31.75% were using the internet for information purposes. The IAS and Unhealthy Nutrition-Exercise Behavior dimension scores of adolescents were found to be against the males. There is a relationship between adolescent school achievement and internet addiction and nutrition exercise behaviors, IAS and NEBS scores according to the time spent by the adolescents on the internet daily and the purpose of internet use.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is seen that there is a relationship between internet addiction and nutrition exercise behaviors according to different descriptive characteristics of adolescents. Early identification of risk factors and cooperation with school-parents-students is required and it is recommended that adolescents are supported with appropriate training.

7.Evaluation of Patient Profile and Training Effectiveness Applying to Obesity Center
Duygu İlke YILDIRIM, Mehmet Ali Eryılmaz
doi: 10.5505/amj.2020.90217  Pages 327 - 336
GİRİŞ ve AMAÇ: Obezite merkezleri hastalara doğru yaşam tarzı değişikliklerini kazandırarak, hastaların ideal kilolarını koruyabilmelerini sağlayan merkezlerdir. Çalışmamız elde edilen veriler ile obezite için potansiyel risk faktörlerini saptamayı, merkez eğitimlerinin etkinliğini değerlendirerek yeni gelişme gösteren bu alanda faydalı öneriler sunmayı amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 01.11.2018-31.08.2019 tarihleri arasında Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Obezite Merkezi’nde yapılmıştır. Toplam 1986 hastadan VKİ≥30 kg/m2, 18 yaş ve üzeri merkeze kabulleri merkez sorumlu hekimi ve 5 farklı branş hekimi tarafından onaylanmış 254 hastanın verilerinin retrospektif olarak değerlendirildiği, tanımlayıcı ve kesitsel bir çalışmadır.
BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların %91,33’ü kadın, %8,67’si erkekti. Hastaların obezite merkezinde verilen eğitimlere devamlılık durumları klinik ve bazı laboratuvar parametrelere göre karşılaştırıldığında; eğitimlere düzenli katılan hastaların 3. ay kilo, VKİ, vücut yağ yüzdesi, bel çevresi, kalça çevresi, HbA1c, LDL ve trigliserid ortalaması eğitimlere devamlı katılmayan hastaların 3. ay değerlerine göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşük saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Merkeze devamlılığı olup, eğitimlere düzenli katılan hastaların daha kolay kilo verdikleri, kan ile lipid parametrelerinde anlamlı derecede düzelme olduğu saptanmıştır. Hastaların merkezde verilen grup içi eğitimlere katılmalarının sağlanması ve sık sık merkeze davet edilmeleri obezite tedavisinin önemli basamaklarından birini oluşturmaktadır.
INTRODUCTION: Obesity centers are the centers that provide patients with the right lifestyle changes and enable them to maintain their ideal weight. Our study aims to identify potential risk factors for obesity with the data obtained, and to present useful suggestions in this newly developing area by evaluating the effectiveness of the center trainings.
METHODS: The study was conducted between 01.11.2018-31.08.2019 at the Obesity Center of Health Sciences University, Konya Training and Research Hospital. This is a descriptive and cross-sectional study in which the data of 254 patients aged 18 years and over, whose BMI was 30 kg / m2, and whose admissions were approved by the center responsible physician and 5 different branch physicians, were evaluated retrospectively.
RESULTS: 91.33% Of the patients included in the study were female and 8.67 % were male. When the attendance status of the patients in the obesity center were compared according to clinical and some laboratory parameters; the weight, BMI, body fat percentage, waist circumference, hip circumference, HbA1c, LDL and triglyceride mean values of the patients who attended the trainings regularly were compared to the third month values of the patients who did not attend the trainings.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result of our study, it has been determined that patients who attend the center regularly and lose weight more easily and have a significant improvement in blood and lipid parameters. It is one of the most important steps of obesity treatment that patients are encouraged to participate in in-group trainings and frequently invited to the center.

8.Development Of Problematic Smartphone Usage Scale (PSUS)
Sevil Akbulut Zencirci, saniye göktaş, Hatice Aygar, Muhammed Fatih Önsüz, Melike Alaiye, Selma Metintaş
doi: 10.5505/amj.2020.67689  Pages 337 - 347
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı, kullanım yoğunluğunu dikkate alarak, problemli akıllı telefon kullanımını belirlemek için kullanılabilecek bir ölçek geliştirmekti. Önerilen ölçeğin güvenilirliği ve geçerliliği de değerlendirilerek, ileri epidemiyolojik çalışmalarda kullanılabilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya katılanlar 2016 yılında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi'nde öğrenim gören 1492 öğrenciden oluşmuştur. Anket formu katılımcıların sosyodemografik özellikleri, akıllı telefon bağımlılığının öznel değerlendirmesi, akıllı telefon kullanım yoğunluğu ile ilgili sorular ve Akıllı Telefon Bağımlılığı Ölçeği Kısa Formu’nu içermektedir.
BULGULAR: Araştırmaya katılanlar 18-24 yaş grubunda % 48,26'sı (n = 720) kadın, % 51,74'ü (n = 772) erkek olmak üzere 1492 öğrenciden, oluşmaktadır. Ölçeğin geliştirilmesi için Akıllı Telefon Bağımlılığı Ölçeği - Kısa Formu adlı ölçekte bulunan tüm sorular ve akıllı telefon kullanım yoğunluğu ile ilgili sorular açımlayıcı faktör analizine alınmıştır. Sonuç olarak, 10 maddelik Problemli Akıllı Telefon Kullanım Ölçeği geliştirilmiştir. Açımlayıcı faktör analizi sonucunda ölçeğin kullanım yoğunluğu, günlük yaşamda bozulma ve çekilme olmak üzere üç faktörlü bir yapıda olduğu ortaya çıkmıştır. Üç faktör toplam varyansın % 63.36 'sını açıkladı. Güvenirlik analizi sonucunda, ölçeğin Cronbach alfa katsayısı 0.81'dir. Ayrıca doğrulayıcı faktör analizi ölçeğin üç faktörlü yapısını doğrulamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak Problemli Akıllı Telefon Kullanım Ölçeğinin, problemli akıllı telefon kullanımını değerlendirmek için geçerli, güvenilir ve etkili bir ölçek olduğu bulundu.
INTRODUCTION: The aim of the study was to develop a scale that, by taking intensity of use into account, can be used to identify problematic smartphone usage. The reliability and validity of the proposed scale were also evaluated and it may be used in further epidemiological studies.
METHODS: Participants of the study consisted of 1492 students studying at Eskisehir Osmangazi University, Turkey in 2016. The questionnaire included questions about the sociodemographic characteristics of the participants, the self-evaluation of smartphone addiction, and smartphone usage intensities and Smartphone Addiction Scale-Short Version.
RESULTS: Participants of the study consisted of 1492 students aged 18-24, 48.26 % (n = 720) female, 51.74 % (n = 772) male. In order to develop the scale, all questions that are present in the current scale, named Smartphone Addiction Scale-Short Version, and questions about the intensity of smartphone usage were taken into exploratory factor analysis. As a result, the 10-item Problematic Smartphone Usage Scale was developed. The result of the exploratory factor analysis revealed that the scale had a three-factor structure consisting of usage intensity, daily life disturbance and withdrawal. The three factors explained 63.36 % of the total variance. As a result of the reliability analysis, Cronbach’s alpha coefficient of the scale was 0.81. Confirmatory factor analysis also confirmed the three-factor structure of the scale.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, the Problematic Smartphone Usage Scale is seen as a valid, reliable and effective scale for assessing problematic smartphone usage.

9.Fearful experience of women: mastalgia
Servet Kocaoz, OMER PARLAK
doi: 10.5505/amj.2020.60343  Pages 348 - 359
GİRİŞ ve AMAÇ: Mastalji en sık görülen meme yakınmasıdır. Bu çalışmanın amacı meme ağrısına neden olan faktörleri araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi cerrahi polikliniğine meme rahatsızlığı veya diğer şikayetler ile başvuran 18-65 yaşları arasında 159'u meme ağrısı olan ve 159'u meme ağrısı olmayan toplam 318 kadın 1 Aralık 2018 ve 31 Ocak 2019 tarihleri arasında çalışmaya dahil edildi. Bu hastalara meme ağrısına neden olduğu düşünülen faktörleri içeren bir değerlendirme anket uygulandı.
BULGULAR: Meme ağrısı 50 yaş ve üstü hastalarda anlamlı olarak daha yüksek bulundu (OR = 3.496,% 95 CI: 3.496-11.056). Emziren kadınların emzirmeyen kadınlardan yaklaşık 3 kat daha fazla mastaljisi olduğu belirlendi (OR = 2.667,% 95 CI: 1.262-5.637). Mastalji prevalansının sigara içenlerde sigara içmeyenlere göre 2,5 kat daha yüksek olduğu belirlendi (OR = 2.466,% 95 CI: 1.306-4.659). Alkol kullanan kadınlarda mastaljinin içmeyenlere göre 4,5 kat daha fazla olduğu görüldü (OR = 4.456,% 95 CI: 1.394-14.244). Kilo alan kadınlarda mastalji gelişme olasılığının kilo almayanlara göre yaklaşık 2,5 kat daha fazla olduğu belirlendi (OR = 2.593,% 95 CI: 1.396-4.818). Ayrıca mastaljinin diğer benign meme rahatsızlıkları olan hastalarda 21 kat daha fazla geliştiği bulundu (OR = 20.996,% 95 CI: 10.344-42.620).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada mastaljinin 50 yaş ve üstü kadınlarda daha sık görüldüğü, emzirme, iyi huylu meme hastalığı, sigara ve alkol tüketimi ve kilo almanın mastaljiye neden olan risk faktörleri olduğu ortaya konuldu.
INTRODUCTION: Mastalgia is the most common breast complaint. The aim of this study is to investigate the factors that cause breast pain.
METHODS: A total of 318 women between the ages of 18 to 65 with 159 having breast pain and 159 without breast pain who applied to the surgery outpatient clinic of Atatürk Training and Research Hospital with breast discomfort or other complaints December 1, 2018, and January 31, 2019, were included in the study. An assessment questionnaire including the factors thought to cause breast pain was applied to these patients.
RESULTS: Breast pain was found to be significantly higher in patients aged 50 years and older (OR=3.496, 95% CI: 3.496-11.056). It was determined that breastfeeding women approximately 3 times more mastalgia than non-breastfeeding women (OR=2.667, 95% CI: 1.262-5.637). It was determined that the prevalence of mastalgia was 2.5 times higher in smokers than in non-smokers (OR=2.466, 95% CI: 1.306-4.659). It was found than mastalgia was 4.5 times higher in women that drink alcohol than in non-drinkers (OR=4.456, 95% CI: 1.394-14.244). It was determined that women who gained weight were approximately 2.5 times more likely to develop mastalgia than those without weight gain (OR=2.593, 95% CI: 1.396-4.818). It was also found that mastalgia is 21-fold more likely to develop in patients with other benign breast discomforts (OR=20.996, 95% CI: 10.344-42.620).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study revealed that mastalgia was more common in women aged 50 years and older, breastfeeding, the presence of benign breast disease, cigarette, and alcohol consumption, and gaining weight are risk factors causing mastalgia.

10.Data Comparison of Turkey, Europe, and USA During COVID-19 Process: A Cross-Sectional Study
Basri Furkan Dağcıoğlu, Ahmet Keskin
doi: 10.5505/amj.2020.02328  Pages 360 - 369
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 (SARS CoV-2) pandemisi tüm dünyayı etkisi altına almış olup, ülkelerin sağlık imkanlarını zorlayıcı bir hal almış durumdadır. Salgının çeşitli ülkelerde farklı mortalite oranlarıyla seyretmesi altında yatan en önemli etkenler arasında şüphesiz ülkelerin sağlık sistemleri, sağlığa ayrılan bütçe ve halkın sağlık imkanlarından yararlanma oranı gibi parametreler sayılabilir. Bu sebeple, çalışmamızda Türkiye, Avrupa birliği ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri’ne ait pandemi verilerinin karşılaştırılması ve hastalığın seyrinin hangi parametrelerle ilişkili olduğunun araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Worldometer dijital veri tabanından alınan 04/05/2020 tarihli coronavirus istatistikleri ve OECD (Organisation for Economic Co-operation and Development) dijital veri tabanından elde edilen, 28 Avrupa Birliği Ülkesi, Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye’ye ait sosyo-demografik veriler ve sağlıkla ilgili göstergeler incelendi. Ülkelere ait veriler arasındaki ilişkiler Spearman korelasyon analizi ile değerlendirildi. Analizlerde alfa hata oranı üst limiti %5 olarak alındı.
BULGULAR: İncelenen tarih itibariyle COVID-19 toplam vaka sayısının Türkiye’de 127.659, Avrupa Birliği ülkelerinde 1.234.918 ve ABD de 1.212.835 olduğu görüldü. Avrupa birliğinde en çok vaka görülen 3 ülke sırasıyla İspanya (248.301), İtalya (211.938) ve Birleşik Krallık (190.584), en çok COVID-19 sebepli ölüm görülen 3 ülke ise sırasıyla İtalya (29.079), Birleşik Krallık (28.734) ve İspanya (25.428) idi. Mortalite oranının, ülkelerin sağlığa ayırdıkları bütçe ile doğru orantılı olduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: COVID-19 enfeksiyonu Avrupa ve Amerika’ya kıyasla Türkiye’ de daha düşük mortalite ile seyretmektedir. Sağlığa daha fazla bütçe ayıran ülkelerde hastalık kaynaklı mortalite daha doğru saptanıyor olabilir. Ayrıca çeşitli parametrelerin hastalığın seyri ile ilişkili olduğu görülmüştür.
INTRODUCTION: COVID-19 (SARS CoV-2) pandemic has influenced the whole world and has become challenging for the health resources of countries. Undoubtedly, some of the most important factors underlying the course of the epidemic with different mortality rates in various countries are the parameters such as the health systems of the countries, the health spending of governments, and the rate of public healthcare utilization. Therefore, in our study, it was aimed to compare the pandemic data of Turkey, European Union countries, and the United States, besides investigating the parameters related to the course of the disease.
METHODS: The coronavirus statistics obtained from the Worldometer digital database on the 4th of May 2020 and socio-demographic data and health-related indicators of 28 European Union countries, USA, and Turkey obtained from OECD digital database were investigated. Relations between countries' data were evaluated by Spearman correlation analysis. In the analysis, the upper limit of the alpha error rate was taken as 5%.
RESULTS: By the investigation date, the total number of COVID-19 cases were found to be 127,659 in Turkey, 1,234,918 in European Union countries, and 1,212,835 in the USA. The three countries with the highest number of cases in the European Union are Spain (248,301), Italy (211,938) and the United Kingdom (190,584), respectively; the three countries with the most COVID-19 related deaths are Italy (29,079), the United Kingdom (28,734) and Spain (25.428), respectively. It was observed that the mortality rate was directly proportional to the budget allocated by countries to health.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Compared to Europe and America, COVID-19 infection in Turkey has a lower mortality rate. In countries that allocate more budget to health, mortality rates from the disease may be more accurate. Besides, it has been observed that various parameters are related to the course of the disease.

11.COVID-19 Pandemic Process: Its Evaluation in Terms of Spreading Rate, Mortality Rate and Precautions Taken
CÜNEYT ARDIÇ, Kerem Uzun, AYŞE YAZAN ARSLAN, Ayse Sahin, MELEK HÜR, Merve Nur Serçe, Selma Türker, Büşra USLUOĞLU, Mert Süzük, Didem Sarimehmet
doi: 10.5505/amj.2020.05826  Pages 370 - 379
GİRİŞ ve AMAÇ: 31 Aralık 2019'da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Çin Ülke Ofisi, Çin'in Hubei eyaletinin Vuhan şehrinde etiyolojisi bilinmeyen pnömoni vakalarını bildirmiştir. 7 Ocak 2020’de etken daha önce insanlarda tespit edilmemiş yeni bir Coronavirus (2019-nCoV) olarak tanımlanmıştır. Neredeyse tüm dünyaya yayılan bu durum sonrası Dünya Sağlık Örgütü tarafından bu salgın pandemi olarak ilan edilmiştir. Bu çalışmanın amacı pandemiyi 8 farklı ülkede analiz etmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 04.05.2020 tarihi itibari ile dünyada en fazla vakanın görüldüğü ülkeler (A.B.D, Çin, İtalya, Almanya, İran, Fransa, Türkiye) ve Güney Kore’yi dahil ettik. Ülkelerin toplam vaka ve ölüm sayılarını, ölüm oranlarını, 65 yaş üstü nüfus oranlarını ve alınan tedbirlerin tarihlerini birbirleriyle kıyaslayarak analiz ettik.
BULGULAR: Tüm dünyadaki Covidli vaka sayısı 3,6 milyonu aşmıştı ve bu vakaların yaklaşık 75.2% si 7 ülkede (A.B.D, İtaya, Çin, Almanya, Fransa, İran, Türkiye) görülmekteydi ve yine aynı tarihte (04.05.2020) dünyadaki ölüm sayısı 250 bini aşmıştı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sağlık alanından ekonomiye kadar toplumu tüm yönleriyle etkilemiş olan son yüzyılın belki de insanlık tarihinin en büyük pandemisiyle karşı karşıyayız. İnsanlık tarihi için pandemiyle mücadeledeki en büyük silah ülkelerin bilgi birikimlerini birbirlerine aktarmaları olacaktır.
INTRODUCTION: On 31 December 2019, the China Country Office of the World Health Organization (WHO) reported on cases of pneumonia with unknown etiology in the Wuhan city of the province of Hubei. On 7 January 2020, the factor was defined as a new Coronavirus (2019-nCoV) that had not been detected in humans before. The aim of this study is to analyze the pandemic in 8 different countries.
METHODS: In the study, we included the countries with the highest numbers of cases by the date 04.05.2020 (USA, China, Italy, Germany, Iran, France, Turkey), as well as South Korea. We comparatively analyzed the countries’ total case and mortality numbers, mortality rates, over-65 years old population rates and dates of precautions that were taken.
RESULTS: The number of COVID cases in the entire world exceeded 3.6 million, and approximately 75.2% of these cases were seen in 7 countries (USA, Italy, China, Germany, France, Iran, Turkey), whereas the number of related deaths worldwide exceeded 250 thousand by the same date (02.04.2020).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We are facing the greatest pandemic of the last century, or even the history of humanity, which has affected the society in all aspects from the field of medicine to economics. The greatest weapon for the history of humanity in the fight against the pandemic would be countries’ transfer of their knowledge to each other.

12.Evaluation of Vitamin D Levels in Adolescents and Children According to Age, Sex and Seasonal Charesteristics
Eda Türe, Seçil Müderrisoğlu, Recai Acı, Mahcube Çubukçu, Mukadder Arslanbek Erdem
doi: 10.5505/amj.2020.70893  Pages 380 - 386
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı hastanemize başvuran çocuk ve adolesanlarda D vitamini eksikliği olup olmadığını belirlemek; cinsiyet, yaş, ve mevsimlere göre 25- Hidroksi vitamin D (25-OH D) düzeyleri arasında fark olup olmadığını tespit etmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2018-2019 kış ve yaz mevsimi ayları arasında hastanemiz Çocuk Hastalıkları Polikliniği'ne herhangi bir sebeple başvuran 4.153 çocuk ve adolesan çalışmaya alındı. Hastaların yaş, cinsiyet ve mevsimlere göre 25-OH D vitamin düzeyleri belirlendi. Serum 25-OH D düzeyinin <20 ng/ml olması ciddi yetersizlik, 20-30 ng/ml arası yetersizlik, 30-100 ng/ml arası yeterlilik, >100 ng/ml olması toksisite olarak kabul edildi. Verilerin değerlendirilmesinde tek yönlü varyans analizi ve student t testi kullanıldı. SPSS 22.0 paket programı kullanıldı. p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Çalışmamızdaki popülasyonun % 55,23 ü kız idi. Kızlarda 25-OH D düzeyi 17,29±11,50 ng/ml idi. Erkeklerde ise 19,16±10,68 olarak bulundu. 25-OH D düzeyi ortalaması 18,13±11,18 ng/mL bulunmuştur. Çalışmamızda D vitamini yetersizliğinin sıklığı %44,80 olarak saptanmıştır. Kış aylarında D vitamini yetersizliğinin sıklığı %57,11 iken, yaz aylarında %42,89 olarak bulunmuştur. D vitamini düzeyleri cinsiyet, yaş aralığı ve başvuru mevsimine göre istatistiksel anlamlı farklılıklar göstermektedir. Adolesan yaş gruplarında D vitamini düzeyleri, çocuk yaş gruplarına göre daha düşüktür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastanemize başvuran çocuk ve adolesanlarda ciddi D vitamini yetersizliği bulunmuştur. Çocuk ve adolesan grubu kişilerde D vitamini düzeylerinin cinsiyet, yaşa ve mevsimlere bağlı olarak değişiklik gösterdiği sonucuna varılmıştır.
INTRODUCTION: The aim of our study was to determine whether vitamin D deficiency was present in adolescents and children who admitted to our hospital; to determine whether there is a difference between 25-hydroxy (25-OH D) vitamin D levels according to age, sex and seasons
METHODS: Between the years 2018-2019, 4.153 adolescents and children who admitted to our Pediatric Outpatient Clinic between winter and summer months. 25-0H D vitamin D levels were determined according to age, sex, and seasons. Serum 25-OH D level<20 ng/ml was accepted as severe insufficiency, 20-30 ng/ml insufficiency, >100 ng/ml toxicity. The data were evaluated by the SPSS 22.0 program. One- way variance analysis test and student t-test were used in the evaluation of the data. p<0.05 was considered significant.
RESULTS: 55.23% of the population in our study was female. The 25-OH D level in girls was 17.29 ± 11.50 ng/ml. In males, it was found to be 19.16 ± 10.68. The mean 25-OH D level was found 18.13 ± 11.18 ng / mL. In our study, the frequency of vitamin D deficiency was found to be 44.80%. While the frequency of vitamin D deficiency was 57.11% in winter, it was found to be 42.89% in summer. Vitamin D levels show statistically significant differences according to gender, age-range, and season of hospital admittance. Vitamin D levels are lower in adolescent age groups than in child age groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, severe vitamin D deficiency was found in adolescents and children. Vitamin D levels in children and adolescents varied depending on sex, age, and season.

13.Prevalence of functional bowel disease in the light of diagnostic criteria of Rome IV functional bowel diseases in patients with Primary Sjogren syndrome
Samet Karahan, Kemal Erol
doi: 10.5505/amj.2020.30306  Pages 399 - 406
GİRİŞ ve AMAÇ: Sjögren Sendromu (SS), kserostomi ve kseroftalmi ile kendini gösteren etyopatogenezinde özellikle lenfositlerin rol oynadığı kadın egemen bir hastalıktır. Bu çalışmamızda Primer SS (PSS)’lu hastalarda Roma IV kriterleri ile fonksiyonel barsak hastalığı (FBH) sıklığı araştırılmak istenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haziran 2018 – Eylül 2019 arasında Kayseri Şehir Hastanesi Romatoloji Polikliniklerine başvuran ve 2016 ACR/EULAR PSS sınıflandırma kriterleri uyarınca PSS olarak sınıflandırılan 52 hasta çalışmaya alındı. FBH açısından sorgulanan ve son altı ay içinde %10 dan fazla kilo kaybı, dışkılama alışkanlığında eskiye oranla yeni değişiklik, ailede erken yaş intestinal malignite varlığı, bulantı kusma ve akut batın bulguları olan kişiler alarm semptomu/organik patoloji olasılığı sebebiyle çalışmaya alınmadı. Kontrol grubu olarak da Hematoloji Polikliniğine başvuran hastaların yakınları, yaş ve cinsiyet gözetilerek seçildi. Anket kullanılarak yapılan sorgulamalar neticesinde FBH varlığı ve var olan FBH tipi not edildi ve PSS’lu hastalarda ve sağlıklı kontrollerde görülme oranları % olarak belirtildi.
BULGULAR: PSS hastalarında 24/52 (%46,15) hastada FBH varken sağlıklı kontrollerin 17/75 (%22,66) hastada FBH saptandı [p<0,05; Odds Oranı 2,924 (%95 güven aralığı 1,35- 6,30)]. FBH alt tiplerinin bakılan analizlerinde, PSS’de Irritabl Barsak Sendromu oranı 18/52 (%34,61) sağlıklılarda 14/75 (%18,67) saptanmıştır [p=0,044; Odds Oranı: 2,307 (%95 güven aralığı 1,02 – 5,21)].
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada PSS’li hastalar arasında özellikle IBS olmak üzere FBH’nın prevelansının sağlıklı bireylere oranla yüksek olduğu gözlenmiştir.
INTRODUCTION: Sjogren's Syndrome (SS) is a female-dominated disease in which lymphocytes play a critical role in the etiopathogenesis and manifested by xerostomy and xerophthalmitis. In this study, we aimed to investigate the frequency of functional bowel disease (FBD) according to Roma IV criteria in patients with primary SS (PSS).
METHODS: 52 patients who admitted to Kayseri City Hospital Rheumatology Polyclinics between June 2018 - September 2019, and classified as PSS according to 2016 ACR / EULAR PSS classification criteria, were included in the study. Subjects were questioned about FBD and who had more than 10% weight loss in the last six months, new changes in defecation habits, presence of early age intestinal malignancy in his family history, nausea/vomiting and acute abdominal findings were excluded due to the possibility of alarm symptoms/organic pathology. The control group was the relatives of the patients who applied to the Hematology Outpatient Clinic and they were selected according to age and gender. Inquiries were made using a questionnaire, the presence of FBD and the type of FBD were noted and the incidence rate in patients with PSS and healthy controls was reported as percent.
RESULTS: In PSS patients, 24/52 (46.15%) patients had FBD and 17/75 (22.67%) healthy controls had FBD [p <0.05; Odds Ratio 2,924 (95% confidence interval 1.35-6.30)]. Irritable Bowel Syndrome ratio in PSS was found to be 18/52 (34.61%) and 14/75 (18.67%) in healthy subjects [p = 0.044; Odds Ratio: 2,307 (95% confidence interval 1.02 - 5.21)].
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, it was observed that the prevalence of FBD, especially IBS, was higher among patients with PSS compared to healthy individuals.

14.Evaluation of the Frequency of Subclinical Thyroid Disease in Postmenopausal Women and its Relationship with Bone Mineral Density
Çağlar Keskin, Esra Nur Ademoğlu Dilekçi, Müge Keskin
doi: 10.5505/amj.2020.56933  Pages 407 - 415
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada postmenopozal kadınlarda subklinik tiroid disfonksiyonu sıklığının değerlendirilmesi ve subklinik tiroid disfonksiyonu ile kemik mineral yoğunluğu (KMY) ilişkisinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Polikliniği’nde Ocak 2018-Aralık 2019 tarihleri arasında osteoporoz ön tanısı ile değerlendirilen 300 postmenopozal kadın dahil edildi. Tüm katılımcıların demografik verileri, tiroid stimüle edici hormon (TSH), serbest triiyodotironin (ST3), serbest tiroksin (ST4) düzeyleri, kemik mineral yoğunluğu (KMY) sonuçları hastane kayıt sisteminden retrospektif olarak kaydedildi. Tüm katılımcılar ötiroid, subklinik hipertiroidi ve subklinik hipotiroidi olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Ötiroid grup ayrıca TSH düzeylerine göre yüksek normal ve düşük normal olmak üzere 2 gruba ayrıldı. Subklinik tiroid disfonksiyonu subklinik hipertiroidi ve subklinik hipotiroidi olarak tanımlandı. Aşikar hipotiroidi veya hipertiroidisi olan bireyler çalışma dışı bırakıldı.
BULGULAR: Bu çalışmada postmenopozal kadınların %10.66’sında subklinik tiroid disfonksiyonu tespit edildi [subklinik hipertiroidi: 21(%7); subklinik hipotiroidi: 11 (%3.66)]. Subklinik tiroid fonksiyon bozukluğu olan bireylerde lomber vertebra (L1-4) ve femur kemik mineral yoğunluklarında ötiroid gruba göre istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmadı (sırasıyla; p=0.674 ve p= 0.184). Ötiroid grupta yüksek normal TSH düzeyleri ve düşük normal TSH düzeylerine sahip subgruplar arasında osteoporoz sıklığı, vertebra (L1-4) ve femur kemik mineral yoğunlukları benzerdi (sırasıyla; p=0.935, p=0.850, p=0.734).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada postmenopozal kadınlarda subklinik tiroid disfonksiyonları ile KMY ölçümleri arasında istatiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı.
INTRODUCTION: The purpose of this study was to evaluate the frequency of subclinical thyroid dysfunction and the relationship between subclinical thyroid dysfunction and bone mineral density (BMD) in postmenopausal women.
METHODS: 300 postmenopausal women screened for osteoporosis between January 2018 and December 2019 in Bolu Abant Izzet Baysal University Faculty of Medicine, Department of Endocrinology and Metabolic Diseases were included in the study. Demographic data, thyroid -stimulating hormone (TSH), free triiodothyronine (fT3) and free thyroxine (fT4) levels and bone mineral densitometry (BMD) measurements of all participants were recorded retrospectively from the hospital registry system. All participants were divided into 3 groups as euthyroid, subclinical hyperthyroidism and subclinical hypothyroidism. The euthyroid group was also divided into two groups, those with high normal TSH and low normal TSH. Subclinical thyroid dysfunction was defined as subclinical hyperthyroidism and subclinical hypothyroidism. Individuals with overt hypothyroidism or hyperthyroidism were excluded from the study.
RESULTS: Subclinical thyroid dysfunction was detected in 10.66% of postmenopausal women [subclinical hyperthyroidism: 21 (7%); subclinical hypothyroidism: 11 (3.66%)]. No statistically significant difference was found in subjects with subclinical thyroid dysfunction in terms of vertebral (L1-4) and femoral bone mineral density compared to the euthyroid group. (p=0.67 and p= 0.18; respectively). Among the subgroups with high normal TSH levels and low normal TSH levels in the euthyroid group, the frequency of osteoporosis, vertebral (L1-4) and femoral BMD measurments were similar (p=0.93, p=0.85, p=0.73, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found no significant associations between subclinical thyroid dysfunctions and BMD in postmenopausal women.

15.Evaluation of Anthropometric and Biochemical Properties of Patients who Applied to Obesity Policlinics
Şennur Doğan, Cemil Işık Sönmez, Duygu Ayhan Başer
doi: 10.5505/amj.2020.59140  Pages 407 - 415
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada obezite polikliniğine başvuran hastaların antropometrik ve biyokimyasal özelliklerinin değerlendirilmesi ve karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu tanımlayıcı tipteki çalışmanın evrenini Ağustos 2016-Ekim 2017 tarihleri arasında obezite polikliniğine başvuran toplam 1650 hasta oluşturmuştur. Bu hastalar kayıtlardan retrospektif olarak taranmış ve BMI ≥25 kg / m2 olan 925 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar DSÖ'nün obezite sınıflamasına göre 4 gruba ayrılmış ve bu gruplara göre değerlendirme yapılmıştır. Hastaların antropometrik ölçümleri, Biyoelektrik Empedans Analizi ve laboratuvar sonuçları hasta dosyaları ve hastane veri tabanları taranarak elde edilmiştir. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 23 programı ile yapılmıştır ve p<0,05 anlamlı kabul edilmiştir.
BULGULAR: Katılımcıların % 84,3'ünü kadınlar oluşturmuştur. Tüm antropometrik özelliklerde gruplara göre anlamlı olarak farklılık saptanmıştır (p<0,05). Hemoglobin, hematokrit, MCV, demir, ferritin ve D vitamini düzeyleri ile ortalama insülin, insülin direnci, kreatinin, ürik asit, AST, ALT ve TG değerleri erkeklerde anlamlı olarak daha yüksek saptanmıştır (her biri için p<0,001).
Evre 1 obez bireylerin Hb, HCT, MCV, insülin, HOMA-IR, keatinin, ürik asit, AST, ALT, TG, demir, ferritin ve D vitamini değerleri diğer gruplardan anlamlı derecede daha yüksek; PLT ve HDL değerleri daha düşük saptanmıştır. (her biri için p <0,001).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Obezitenin vücut bileşenleri ve biyokimyasal parametreler üzerindeki etkileri cinsiyete ve obezite derecesine bağlıdır. Obez hastalar değerlendirilirken BMI ile birlikte bel çevresi, kalça çevresi, vücut yağ miktarı ve biyokimyasal parametrelerin ölçümü de yapılmalıdır.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to evaluate and compare the anthropometric and biochemical properties of patients who applied to obesity outpatient clinic.
METHODS: The universe of this descriptive study consisted of 1650 patients who applied to obesity outpatient clinic between August 2016 and October 2017. These patients were retrospectively scanned and 925 patients with BMI ≥25 kg/m22 were included in the study.
The patients were divided into 4 groups according to WHO's obesity classification and evaluated according to these groups. Anthropometric measurements, Bioelectrical Impedance Analysis and laboratory results of the patients were obtained by scanning patient files and hospital databases. Statistical analysis of the data was done via SPSS 23 program and p< 0.05 was considered significant.

RESULTS: 84.3% of the participants were women. There was a significant difference in all anthropometric features compared to the groups (p <0.05). Hemoglobin, hematocrit, MCV, iron, ferritin and vitamin D levels and mean insulin, insulin resistance, creatinine, uric acid, AST, ALT and TG values were significantly higher in males (p <0.001 for each).
Hb, HCT, MCV, insulin, HOMA-IR, creatinine, uric acid, AST, ALT, TG, iron, ferritin and vitamin D values of stage 1 obese individuals were significantly higher than other groups; PLT and HDL values were found lower. (p <0.001 for each).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The effects of obesity on body components and biochemical parameters depend on gender and degree of obesity. While evaluating obese patients, waist circumference, hip circumference, body fat amount and biochemical parameters should be measured together with BMI.

16.Family Practice Awareness in Patients Applying to the Emergency Department and Receiving a Green Triage Code
Cevdet Toksöz, IBRAHIM IKIZCELI, Murat Koyuncu, Serap Biberoğlu, Fatih Cakmak, Derya Öztürk
doi: 10.5505/amj.2020.75768  Pages 416 - 425
GİRİŞ ve AMAÇ: Ülkemizde ve tüm Dünya’da acil servis kalabalığı önemli bir sorundur. Bu çalışmada amaç, Acil servise başvuran ve yeşil triyaj kodu alan hastalarda Aile Hekimi farkındalığını belirlemek, Aile Hekimi’ne başvurmama ve Acil servise başvurma nedenlerini ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, bir eğitim ve araştırma hastanesi acil tıp kliniği yeşil alana bir aylık dönemde başvuran hastalar ile yapıldı. Acil Servise başvuran hastalar Triyaj Bölümünde değerlendirildikten sonra Yeşil Triyaj Kodu olan hastalar bir hekim tarafından değerlendirildi. Akut acil patolojisi olmayan hastalar çalışma hakkında bilgilendirildi ve aydınlatılmış onam alındı. Onam veren hastalara anket uygulandı. Bin yirmi altı hasta çalışmaya alındı ve acil ve acil olmayan olarak iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: Acil durumu olmayan grupta 721 hasta bulunmakta iken, acil durumu olan grupta 305 hasta bulunmaktaydı. Acil nedenler ile ve acil olmayan nedenler ile Acil Servis’e başvuran hastaların cinsiyet, yaş eğitim ve acile başvuru sayısı arasında anlamlı farklılık yoktu. Acil nedenler ve acil olmayan nedenlerle yapılan Acil Servis başvurularında en yüksek oran, 18-29 yaş aralığındaki hasta grubuna aitti. Hasta yaşının artmasıyla Acil Servis’e acil olan ve acil olmayan nedenlerle başvuru sayısında düşme saptandı. Acil olmayan nedenler ile Acil Servis’e başvuran hastaların % 57,30’u Aile Hekimi’nin kim olduğunu bildiğini; % 42,70’i Aile Hekimi’nin kim olduğunu bilmediğini belirtti. Acil olmayan nedenlerle Acil Servis’e başvuran hastaların % 52,10’u Aile Hekimi’nin çalıştığı sağlık merkezinin yerini bildiğini, % 47,90’ı Aile Hekimi’nin çalıştığı sağlık merkezinin yerini bilmediğini bildirdiler.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Aile Hekimliği bilinci oluşturularak, Acil Servis’in yoğunluğunun azalması sağlanabilir. Aile Hekimliği’ne başvuru güçlüğü, hastaların daha fazla Acil Servis başvurusuna neden olmaktadır. Aile Hekimi’ne başvuru kolaylığı Acil Servis’e gereksiz başvuruyu azaltacaktır.
INTRODUCTION: In our country and all over the world, the overcrowding of Emergency Service is seen as a problem. Our goal in this study is to determine Family Practice awareness of patients who applies to Emergency Service with green triage code and to find out reasons for using Emergency Service instead of Family Practice.

METHODS: This study was performed in a training and research hospital emergency department for one month of the period. After patients, who applied to Emergency Service, were evaluated in Triage Department, the patients with Green Triage Code were assessed by a physician. Patients without acute emergency pathology were informed about the study, and informed consent was taken. It was provided to patients to answer the questionnaire. One thousand twenty-six patients were taken to the study and divided into two groups as emergencies and non-emergencies.
RESULTS: There were 305 patients in the emergency group, and there were 721 patients in non-emergency group. There was no significant difference between an emergency and non-emergency group according to gender, age, education, and the number of emergency applications. The most frequent application was from the younger group of 18-29 age range in both groups. With the increase in the patient age, the number of applications to the Emergency Department due to emergency and non-emergency reasons decreased. 57.30% of the patients who applied to the Emergency Department for non-emergency reasons know who the Family Physician is; 42.70% stated that they did not know who the Family Physician was. 52,10% of the patients who applied to the Emergency Department for non-emergency reasons stated that they knew the location of the health center where the Family Physician worked, and 47.90% of them stated that they did not know the location of the health center where the Family Physician worked.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It can be provided to reduce the density of Emergency Service by creating Family Practice awareness. Application difficulties in Family Practice lead patients to apply to Emergency Service more. We believe that to ease application to Family Practice could reduce redundant applications to Emergency Service.

17.The frequency of fibromyalgia in female patients with impaired fasting blood glucose: Cross-sectional study
Ayla Cagliyan Turk, SEVİL OKAN, SUMRU OZEL, Ahmet Musmul, Murat Baglicakoglu, ferit kerim kucukler, FÜSUN SAHIN
doi: 10.5505/amj.2020.82687  Pages 426 - 434
GİRİŞ ve AMAÇ: Bozulmuş açlık glukozu olan kadınlarda fibromiyalji sıklığını değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Dahiliye polikliniğine nonspesifik nedenlerle başvuran kadınlar arasından, rutin muayenesinde açlık kan şekeri düzeyi 100-126 olanlar çalışma grubunu (Grup 1) ve açlık kan şekeri değeri 100'den küçük olanlar kontrol grubunu oluşturdu (Grup 2). Bozulmuş açlık glukozu (BAG) olan hastalara (Grup 1) oral glukoz tolerans testi (OGTT) yaptırıldı ve 2. Saat OGTT değeri 140’ın altında olan hastalar çalışmaya dahil edildi. Fibromiyalji Etki Anketi (FIQ) kullanılarak fonksiyonel durum değerlendirildi. Fibromiyalji tanısı için ağrı yerleşim skoru (AYS) ve semptom etkilenme skorlaması (SES) değerlendirildi.
BULGULAR: Ortalama yaş Grup 1'de 48.99 ± 7.50 (n = 73) ve Grup 2'de 47.84 ± 7.92 idi (n = 73), aralarında anlamlı fark yoktu. Ortalama VKİ (vücut kitle indeksi) Grup 1'de 30.41 ± 5.01, Grup 2'de 28.00 ± 4.61 idi, aradaki fark anlamlıydı (p <0.05). Gruplar mesleki durum, eğitim yılı, medeni durum bakımından benzerdi. Grup 1'deki hastaların% 26'sına, Grup 2'deki hastaların% 11'ine fibromiyalji tanısı kondu ve aradaki fark anlamlıydı (p <0.001). Ortalama FIQ Grup 1'de 44.27 ± 21.98 ve Grup 2'de 24.95 ± 21.49 idi, aradaki fark anlamlıydı (p <0.001). Glukoz düzeyi, AYS (r = 0.368, p <0.001), SES (r = 0.322 p <0.001) ve FIQ (r = 0.287, p <0.001) ile ilişkiliydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Fibromiyalji, bozulmuş açlık glukozu bozuk olan kadın hastalarda, açlık glukoz düzeyi normal olanlara göre daha yaygındır. Glukoz düzeyi AYS, SES ve fonksiyonellik ile ilişkilidir. Klinik bir hastalık olmasa da bozulmuş açlık glukozu sadece diyabet gelişimi için bir risk faktörü değil aynı zamanda kadınlarda fibromiyalji için bir risk faktörüdür.
INTRODUCTION: To assess the frequency of fibromyalgia among women with impaired fasting glucose.
METHODS: The sample was selected from the female patients who applied to the Internal Medicine clinic and whose fasting blood glucose level were 100-126 in their routine examination (Group1) and patients whose fasting blood glucose were less than 100 constituted the control group (Group2). Oral glucose tolerance test (OGTT) has been applied to patients with impaired fasting glucose (IFG) and whose 2nd hour OGTT levels were under 140 has been included. Functional status was assessed by using the Fibromyalgia Impact Questionnaire (FIQ). Pain Location Inventory (PLI), and Symptom Impact Questionnaire (SIQR) were evaluated for the diagnosis of fibromyalgia.
RESULTS: Mean age was 48.99±7.50 in Group1 (n=73) and 47.84±7.92 in Group2 (n=73) with no significant difference between them. Mean BMI (body mass index) was 30.41±5.01 in Group1 and 28.00±4.61in Group2, this difference was significant (p<0.05). 26% of the patients in Group1, 11% of the patients in Group2 were diagnosed with fibromyalgia and difference was highly significant (p<0.001). Mean FIQ was 44.27±21.98 in Group1 and 24.95±21.49 in Group2, this difference was also significant (p<0.001). Glucose level was associated with PLI (r=0.368, p<0.001), SIQR (r=0.322 p<0.001) and FIQ (r= 0.287, p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Fibromyalgia is more prevalent in female patients with IFG than in patients with normal fasting glucose levels. Glucose level is associated with both PLI, SIQR and functionality. Although not a clinical disease, IFG is not only a risk factor for development of diabetes but also a risk factor for fibromyalgia in women.

18.Frequency and Clinical Significance of Incidental Prostatic FDG uptake in FDG PET imaging
Elif Özdemir, Şeyda Türkölmez
doi: 10.5505/amj.2020.93653  Pages 434 - 443
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada FDG PET görüntülemede prostat bezinde izlenen insidental tutulumların görülme sıklığını ve klinik önemini değerlendirmek amaçlanmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Prostat ve mesane kanserleri dışı endikasyonlarla FDG PET/BT görüntüleme yapılan 1839 erkek hastanın PET raporları retrospektif olarak prostatta insidental FDG tutulumu açısından tarandı. PET/BT görüntülerinde prostatta FDG tutulum varlığı ve paterni (fokal-diffüz), prostat volümü ve kalsifikasyon varlığı değerlendirildi. Takipte prostata yönelik yapılmış ileri inceleme sonuçları FDG PET bulguları ile karşılaştırmalı olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Takipte 1839 hastanın %2.22’sinde prostatta insidental artmış FDG tutulumu saptanmıştır. Takipte 41 hastadan 14’üne biyopsi yapılmış(%34,14), biyopsi yapılan olguların 3’ünde(%7,31) histopatolojik olarak prostat adenokarsinomu konfirme edilmiştir. Ayrıca 2 hastada inflamasyon/prostatit, 4 hastada ise BPH ile uyumlu bulgular izlenmiştir. FDG tutulumu 12 hastada diffüz tutulum, 29 hastada fokal tutulum şeklinde izlenmiştir. Malign olan hastaların hepsinde FDG tutulumu periferal yerleşimli olup;fokal tutulum paterninde izlenmiştir. Benign ve malign grupların SUVmaks ve PSA düzeyleri arasında anlamlı fark izlenmemiş olup; SUVmaks değerinin iki grupta örtüştüğü gözlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Prostatta izlenen insidental FDG tutulumları prostat kanseri ile uyumlu olabileceği gibi benign patolojilerde ve normal prostat dokusunda da artmış FDG tutulumu izlenebilmektedir. Malign ve benign patolojilerde izlenen SUVmaks değerlerinin örtüşmesi nedeniyle malignite ayırıcı tanısında tek başına SUVmaks değerinin kullanımı uygun görünmemektedir. Prostatta fokal FDG tutulumu izlenen hastalarda olası malignite açısından ileri klinik değerlendirme önerilir.

INTRODUCTION: This study aims to disclose the frequency and clinical significance of incidental prostatic uptake during FDG PET imaging.
METHODS: FDG PET images of 1839 male patients undergoing imaging for non-prostate and non-urinary bladder malignancy indications were retrospectively reviewed for the presence of incidental prostatic FDG uptake. Prostatic volume, calcification and the presence and pattern of FDG uptake were evaluated. Further follow-up prostatic evaluation results were comparatively assessed.
RESULTS: Incidental prostatic FDG uptake was detected in 41 out of 1839 patients(2.22%). Biopsy was done in 14 patients(34,14%) on follow-up and disclosed prostatic adenocarcinoma in 3(7.31%), inflammation/prostatitis in 2 and findings compatible with BPH in 4 patients.The pattern of FDG uptake was diffuse in 12 and focal in 29 patients. Patients who were found to have adenocarcinoma on follow-up disclosed FDG uptake with a focal pattern at a peripheral location. No significant difference existed between patients with malignant or benign disease of the prostate with respect to either the SUVmax or the PSA levels; SUVmax levels were found to overlap in the two groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Incidental prostatic FDG uptake may be associated with prostate cancer, benign pathologies and even a normal prostate gland. Overlapping SUVmax levels in the benign and malignant pathologies make SUVmax level alone an inappropriate tool in the diagnosis of cancer. Further clinical investigation is warranted to disclose a probable prostatic malignancy in patients who display incidental prostatic FDG uptake on PET imaging employed for various other indications.


REVIEW
19.Covid-19 In Primary Healthcare
Hüseyin Acar, Yağmur Gökseven, Güzin Zeren Öztürk, Seçil Arıca
doi: 10.5505/amj.2020.92679  Pages 444 - 467
Koronavirüsler, hayvanları veya insanları enfekte edebilen ve Orta Doğu Solunum Sendromu (MERS) ve Şiddetli Akut Solunum Sendromu (SARS) gibi hastalıklara neden olan büyük bir virüs ailesidir. Yeni koronavirüs (SARS-CoV-2) Aralık 2019'da Wuhan şehrinde ortaya çıkan ve pnömoni, pulmoner ödem, ARDS, multiorgan yetmezliği ve ölüme sebebiyet verebilen bir solunum yolu enfeksiyon etkenidir. Tedavi çalışmaları devam etmekle birlikte şu an hidroksiklorokin, azitromisin, plazma tedavisi ve favipravir gibi anti-viraller öne çıkan tedavilerdir. Hastalığın ölüm oranı %3,8'dir. Yayılımın azalmasını sağlamak amacıyla yasal düzenlemeler yapılmıştır. Aile sağlığı merkezleri (ASM) çocuk, gebe, yaşlı, kronik hastalığı olan hastalar ve birtakım sağlık belgeleri için başvuran kişilere hizmet veren birinci basamak sağlık kurumlarıdır. Pandemi varlığında aile hekimleri, ASM’lere başvuran kişiler arasında virüs iletimini kısıtlamak zorundadır. Bu nedenle triaj yapılması yüksek riskli hastaları mümkün olan en kısa sürede saptamak için gereklidir. ASM’lere başvuran tüm hastalar bu şekilde korunabilir. Filyasyon yapıldıktan sonra, şüpheli vakalar veya COVID-19 ile temas eden vakalar aile hekimleri tarafından klinik durumlarının takip edilmesi ve izolasyon koşullarının kontrol edilmesi amacıyla günlük olarak takip edilmektedir. Tüm bu nedenlerden ötürü, COVID-19 ile mücadele eden aile sağlığı merkezlerini incelemeyi amaçladık.
The coronaviruses are a large family of viruses infecting animals or humans and causing diseases, including Middle East Respiratory Syndrome(MERS, MERS-CoV) and Severe Acute Respiratory Syndrome(SARS, SARS-CoV). The novel coronavirus SARS-CoV-2 emerged in December 2019 at city of Wuhan, affecting respiratory system leading to pneumonia, pulmonary edema, Acute Respiratory Distress Syndrome, multiorgan failure and death. Treatment studies are still ongoing but hydroxychloroquine, azithromycin, oseltamivir, favipravir with some other anti-virals and convolescent plasma therapy are prominent. Mortality rate of disease is 3,8% in the world, infesting many countries. Legal regulations have been made for public to reduce transmission. Family health centers are providing healthcare services to every individual, for example; children, pregnants, patients with chronic diseases, patients with any complaint and individuals applied for health papers. In such a pandemic family physicians also have to restrain the transmission of virus between those people who applied. Therefore triage is needed to determine the high risk patients as soon as possible. Both them and other patients are protected in that way. After the filiation is done, suspected case or COVID-19 contacted cases are kept in touch by family phyisicians to follow up their clinical status and check for isolation conditions. For all these reasons, we aimed to examine the family health centers coping with COVID-19.

20.Learning Lessons From the Past in Combating the Novel Coronavirus (Covid-19) Pandemic
Ahmet Özlü, Dilek Öztaş
doi: 10.5505/amj.2020.46547  Pages 468 - 481
Bu yazıda, halen görülmeye devam eden 21. Yüzyılın en büyük pandemisinde geçmişten bugüne yapılan hazırlıklar ve bu hazırlıkların yeni corona virüs salgını (Covid19) üzerine etkilerini Dünya ve Türkiye genelinde yapılan çalışmalar üzerinden derlemeyi amaçladık. Pandemiler yüzyıllardır milyonlarca insanın ölmesine sakat kalmasına ve hastalanmasına neden olmuşlardır. Toplumu sağlık, sosyal ve ekonomik olarak derinden etkilemektedirler. Pandeminin, etkilerinin azaltılmasına yönelik geçmişten ders çıkarılmalıdır. Hazırlıklar planlandığı gibi gitmeyebilir. Ön görülemeyen durumlara yönelik çaresizlikler oluşabilir. Bu çaresizliklere rağmen pandemi ile mücadelede temel ilkeler yanında, uygulamada katkı sağlayabilecek araçlar mutlaka vardır. Covid-19 pandemisi her salgın gibi bir gün mutlaka sonlanacaktır. Salgın sonrasında yapılanlar ve yapılmayanlar değerlendirildiğinde ortak akıl ve kanıta dayalı uygulamalar kazanacak ve paylaşılanlar hatırda kalacaktır.
In this article, we aimed to review the preparations that made from the past to present, and the effects of these preparations on the novel coronavirus outbreak, which is the greatest and ongoing pandemic of the 21st century, in the light of the studies done across the world and Turkey. Pandemics have caused millions of people to die and become ill for centuries. They affect society profoundly, socially, and economically. Lessons should be drawn from the past to reduce the effects of a pandemic. Preparations may not go as planned. Desperation may occur for unforeseen situations. Despite these despair, besides the basic principles in combating pandemic, there are definitely tools that can contribute to practice. Covid-19 pandemics will definitely end one day like all epidemics. When the things that done and the things not done after the epidemic are evaluated, common mind and evidence-based practices will win and those shared will be remembered.

21.COVID-19 and pregnancy
Raziye Desdicioğlu, Ayşe Filiz Yavuz
doi: 10.5505/amj.2020.74318  Pages 482 - 487
Yeni tip Corona virus (COVID-19), 2019 yılı sonunda Çin Wuhan kentinden dünyaya yayılan, çok sayıda insana bulaşan ve ölümcül bir pandemi olarak tanımlanmıştır. Diğer Coronavirüs enfeksiyonlarına kıyasla bulaşıcılığı yüksek, ölüm oranı düşük olan bu enfeksiyon en fazla 30-79 yaş arasında görülse de 80 yaş üzeri populasyonda mortalitesi çok yüksektir. Gebelerde hastalığın seyri ve fetal-neonatal etkiler açısından elimizde sınırlı veri olmasına rağmen anne ve bebek sağlığını koruma açısından dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır. Bu derleme yeni tip Corona virüs enfeksiyonu hakkında genel bilgiler içermektedir.
The new type of Corona virus (COVID-19) has been identified as a deadly pandemic, infected to a lot of people spread from Wuhan city in China at the end of 2019. Although this infection, which has a high spread from people to people and low mortality rate than the other coronavirus infections, is common between 30-79 years of age, the mortality rate is very high in the population over 80 years of age. Although we have limited data in terms of the consequences of the disease in pregnant women and its fetal-neonatal effects there are some issues to be considered in terms of protecting the health of the mother and baby. This review includes general information about the new type of Corona virus infection.

22.A Review of Protective and Risk Factors Affecting Psychosocial Health of Healthcare Workers in Pandemics
Fatma Enli Tuncay, Engin Koyuncu, Şule Özel
doi: 10.5505/amj.2020.02418  Pages 488 - 504
Pandemilerde genelde sağlık sistemleri, özelde ise sağlık profesyonelleri için çalışma yükü ve stresi belirgin derecede artar. Uzun mesai saatleri, ağırlaşan çalışma ortamı koşulları, hasta sayısıyla birlikte toplumun beklenti ve kaygılarındaki çoğalma ve de çalışanların kendilerinin hastalanma riskleri bir bütün olarak sağlık çalışanlarının genel psikososyal işlevselliğine ve dayanıklılığına etkide bulunur. Bu dönemlerde psikolojik incinebilirlik riski artan çalışanlara yönelik destekleyici psikososyal hizmet ve programların sunulabilmesi için koruyucu faktörler ve risk faktörleri üzerinde çalışma ihtiyacı doğmaktadır. Bu derlemenin amacı, pandemi dönemlerinde sağlık çalışanlarının psikososyal sağlığını etkileyen koruyucu faktörlerin ve risk faktörlerinin, yakın dönem salgınlarla ilgili (SARS, MERS–CoV ve çoğunlukla Covid–19 örneklerinde) literatür bilgilerine dayalı olarak gözden geçirilmesidir. İnceleme, psikososyal değişkenlerin değerlendirildiği araştırmalarla sınırlandırılarak yapılmıştır. Sağlık çalışanları pandemilerde, anksiyete, depresyon, travma sonrası stres bozukluğu gibi psikiyatrik bozuklukları ve tükenmişlik gibi belirtileri toplumun geneline göre daha yüksek düzeyde gösterebilmektedir. Pandemilerin psikososyal yönlerini inceleyen çalışmalara göre, kadınlar ve hemşireler daha fazla etkilenmektedirler. Hijyen koşullarının uygunluğu, koruyucu ekipmanlara yeterli erişim, dengeli çalışma–dinlenme saatleri, pandemi ekip üyeleri arasındaki sosyal ve duygusal destek ilişkileri ve yönetim birimlerinden sağlanan destekleyici hizmetler koruyucu faktörler arasındadır. Sağlık çalışanlarının stigmatizasyona karşı korunması ve toplumsal olarak desteklenmesi psikososyal sağlıklarını korumada etkili olacaktır.
In pandemics, work load and stress levels increase significantly for healthcare systems in general and healthcare professionals in particular. Long working hours, difficult working environment conditions, the increase in the expectations and concerns of the society together with the number of patients, and the risks of getting infected themselves affect the overall psychosocial functionality and resilience of healthcare workers. In these periods, there is a need to work on protective and risk factors in order to provide supportive psychosocial services and programs for healthcare workers considering their increased risk of vulnerability levels. This review aims to review the protective and risk factors affecting the psychosocial health of healthcare workers during pandemics, based on literature information about recent outbreaks (SARS, MERS-CoV and mostly Covid-19 examples). The examination was limited to studies in which psychosocial variables were evaluated. Healthcare professionals may show the symptoms of psychiatric diorders such as anxiety, depression, post-traumatic stress disorder and burnout at a higher level in pandemics than the general population. Studies examining the psychosocial aspects of pandemics have shown that women and nurses are more affected. Adequate hygienic conditions, access to protective equipment, balanced working–resting hours, social and emotional support relationships between work teams and supportive services from management units are among the protective factors. In order to protect the psychosocial health of healthcare workers, they should be protected against stigmatization and socially supported.

23.Evidence-Based Pediatric Dentistry
Aysima Darıcı, Melek D. Turgut
doi: 10.5505/amj.2020.48278  Pages 502 - 515
Günümüzde sağlık alanında yapılan çalışmaların artması sonucu diş hekimliği literatürü hızla genişlemektedir. Literatürde yer alan tüm gelişmeleri takip etmenin zorlukları nedeniyle araştırma sonuçları ve klinik uygulamalar arasında kopukluklar meydana gelmektedir. Bu sebeple, bireysel klinik deneyime dayanan karar verme süreci, yerini kanıta dayalı uygulamalara bırakmaya başlamıştır. Kanıta dayalı diş hekimliği, mevcut en iyi tedaviyi sağlamak için bilimsel kanıtların ve hastayla ilgili faktörlerin bir bütün olarak değerlendirilmesine dayanmaktadır. Kanıta dayalı diş hekimliği uygulamalarının en önemli amacı tedavi hizmetlerini geliştirmektir. Ancak, çok hızlı bilgi akışı sonucu doğru kanıta ulaşma ve kanıtları değerlendirme noktasında bazı zorluklarla karşılaşılmaktadır. Kanıta dayalı karar verme sürecinde, kanıta dayalı diş hekimliğinin klinik uygulamaları klinisyenlerin deneyimlerini, modern araştırmalara entegre etmesini sağlayarak mümkün olan en iyi sağlık hizmetine ulaşılmasını sağlamaktadır. Bu derlemede, kanıta dayalı diş hekimliği ve çocuk diş hekimliğindeki uygulamalar yer almaktadır.
As a result of increasing number of studies in the field of health, the dental literature is expanding rapidly. Due to the difficulties of following all the developments in the literature, inconsistencies occur between the research results and clinical applications. For this reason, decision process depending on the individual experience has been replaced by evidence-based practice. Evidence-based dentistry is based on the entire evaluation of scientific evidences and patient-related factors to provide the best treatment. The most important goal of evidence-based dentistry practices is to improve treatment services. However, due to very fast flow of information, problems about reaching and evaluating evidence can be encountered. In the evidence-based decision-making process, clinical practice of evidence-based dentistry ensures reaching the best possible healthcare by enabling clinicians to integrate their experience into modern research. In this review, evidence-based dentistry and applications in pediatric dentistry are included.

LETTER TO EDITOR
24.Being Physician in Batman During Pandemia
Sercan Bulut Çelik, Fethiye Akgul
doi: 10.5505/amj.2020.14880  Pages 516 - 519
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale