E-ISSN: 2148-4570 ISSN:2148-4570
ANKARA MEDICAL JOURNAL - Ankara Med J: 21 (1)
Volume: 21  Issue: 1 - 2021
ORIGINAL ARTICLE
1.Knowledge Level of the Family Medicine Residents and Specialists about Asymptomatic Bacteriuria during Pregnancy
Murat Çevik, İzzet Göker Küçük, Utku Eser, Kurtulus Ongel
doi: 10.5505/amj.2021.27879  Pages 1 - 11
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamız gebelikte görülen asemptomatik bakteriüri hakkında aile hekimliği asistanları ve uzmanlarının yaklaşımlarını ve bilgi düzeylerini belirlemeyi amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, Mart-Ağustos 2018 tarihleri arasında, kolay örneklem ile gerçekleştirilmiş, açılan web sitesi üzerinden maksimum hekim sayısına ulaşılarak yapılmış kesitsel bir çalışmadır. Türkiye genelinde, asistan ve uzman aile hekimlerine, gönüllü onam formu doldurulduktan sonra araştırmacılar tarafından oluşturulmuş 19 soru içeren bir anket uygulanmıştır. Tanımlayıcı istatistiksel analizler için SPSS 21 istatistik programı kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya 166’sı (%65,9) aile hekimliği asistanı (AHA), 86’sı (%34,1) aile hekimliği uzmanı (AHU) toplam 252 kişi katıldı. Gebe takibi esnasında 102 hekim (27 AHU ve 75 AHA) tam idrar tahlili (TİT) ve idrar kültürünü beraber istedi. İdrar kültüründe asemptomatik bakteriüri diyebilmek için bakteri sayısının 105’den fazla olmalıdır sorusuna AHU’ların 55’i (%64,0) ve AHA’ların ise 91’si (%54,8) doğru cevap verdi. Gebelikte asemptomatik bakteriüri tedavisinde AHU ve AHA’ların en sık ampisilin tercih ettiği saptandı. Çalışmaya katılan katılımcıların çoğu tedavide kullanılan Trimetoprim-Sülfometaksazol (TMP-SMX)’ün komplikasyonlarından haberdardı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamıza göre; Aile hekimliği uzmanlarının ve asistanlarının, gebelikteki asemptomatik bakteriüri hakkındaki bilgi düzeylerinin yetersiz olduğunu saptadık. Bu nedenle literatürde bu konuyla ilgili yeni ve çok sayıda katılımcıyı içeren çalışmaların yapılması bu konudaki farkındalığı arttıracağı düşüncesindeyiz.
INTRODUCTION: This study aims to determine the approaches and level of knowledge of family medicine residents and specialists about asymptomatic bacteriuria in pregnancy.
METHODS: This is a cross-sectional study conducted between March and August 2018, with easy sampling, reaching the maximum number of physicians through the website we designed for this project. A questionnaire containing 19 questions created by the researchers was applied to family medicine residents and specialists in Turkey, after filling voluntary consent forms. SPSS 21 statistics program was used for descriptive statistical analyzes.
RESULTS: A total of 252 people, 166 (65.9%) family medicine residents (FMRs), 86 (34.1%) family medicine specialists (FMSs) participated in the study. During the pregnancy follow-up, 102 physicians (27 FMSs and 75 FMRs) requested complete urinalysis (CUA) and urine culture together. In order to be able to diagnose asymptomatic bacteriuria in urine culture, 55 of FMSs (64.0%) and 91 of FMRs (54.8%) gave the correct answer to the question that the number of bacteria should be more than 105. In the treatment of asymptomatic bacteriuria during pregnancy, it was determined that the FMSs and FMRs mostly preferred ampicillin. Most of the participants in the study were aware of the complications of Trimethoprim-Sulfamethoxazole (TMP-SMX) used in the treatment.
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to our study; We found that the knowledge level of family medicine specialists and residents about asymptomatic bacteriuria during pregnancy was insufficient. For this reason, we think that conducting new studies on this subject in the literature and involving a large number of participants will increase awareness of this issue.

2.Evaluation of the Effect of Breastfeeding Training Given in Antenatal Period on Breastfeeding Knowledge Level and Breastfeeding Self-Efficacy Scale
Yasin Selvi, Raziye Desdicioğlu, İrep Karataş Eray
doi: 10.5505/amj.2021.49140  Pages 12 - 21
GİRİŞ ve AMAÇ: Anne sütü, bebeğin ihtiyacı olan besin maddelerini içeren fizyolojik besindir. Bu çalışmada antenatal dönemde verilen emzirme eğitiminin, emzirme bilgi ve tutum düzeylerine, emzirme öz yeterlilik ölçeğine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız kesitsel bir çalışmadır. Ankara Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi gebe polikliniklerine 1 Ekim -1 Aralık 2018 tarihleri arasında başvuran 18-34 yaş arası 409 hastaya ulaşıldı. Araştırmaya katılan kadınlara anne sütü ve emzirmeyle ilgili bilgi düzeylerini değerlendiren bir anket, gebelere antenatal, doğum yapmış kadınlara postnatal öz yeterlilik ölçeği uygulandı.
BULGULAR: Gebe grupta eğitim alan kadınların öz yeterlilik açısından daha yüksek puanlara sahip olduğu görüldü (57,81±9,97 ve 47,22±12,40 p=0,005). Emzirme eğitimi alan grupta bilgi düzeyinin de diğer gruptan anlamlı olarak yüksek olduğu sonucuna ulaşıldı (7,61±1,25 ve 6,77±1,73 p<0,001). Eğitim alan kadınların emzirmenin faydaları hakkındaki farkındalıklarının almayan kadınlardan yüksek olduğu görüldü. Postnatal grupta emzirme öz yeterlilik açısından eğitim alan grubun puan ortalamalarının anlamlı olarak daha yüksek olduğu sonucuna ulaşıldı (58,98±6,74 ve 49,44±8,83 p<0,001). Tutum düzeyleri karşılaştırıldığında iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark görülmedi (5,74±0,78 ve 5,51±1,09 p=0,195). Emzirmenin faydaları hakkında farkındalık puan ortalamasının iki grup arasında farklılık göstermediği görüldü. Emzirme eğitiminin antenatal dönemdeki kadınlarda, bilgi düzeyi, öz yeterlilik ölçeği ve farkındalığa anlamlı katkısı olduğu görülmüştür. Aynı eğitimi alan kadınlarda postnatal dönemde bu bilginin tutuma yansımasının anlamlı olmadığı, farkındalık puanlarının ve doğru tutum sergileme oranlarının iki grup arasında farklılık göstermediği sonucuna ulaşılmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Emzirme eğitiminin niteliğinin artırılması gerektiği, doğum sonu dönemde de annenin emzirme sürecine daha fazla destek verilmesi gerektiği kanaatine varılmıştır.

INTRODUCTION: Breast milk is the physiological food that contains the nutrients the baby needs. This study aimed to evaluate the effect of breastfeeding training on breastfeeding knowledge levels and self-efficacy scale and to emphasize the importance of breastfeeding.
METHODS: Our study was a cross-sectional study. 409 women aged between 18-34 years who were admitted to the obstetrics policlinics of Ankara Atatürk Training and Research Hospital between October 1, and December 1, 2018, were reached. All women who participated in the study were administered a questionnaire assessing their knowledge of breastfeeding. The antenatal self-efficacy scale was applied to pregnant women and the postnatal self-efficacy scale was applied to postnatal women.
RESULTS: For pregnant women, a statistically significant difference was observed between the groups in terms of the mean scores of the breastfeeding self-efficacy scale (57.81±9.97 and 47.22±12.40 p=0,005). A statistically significant difference was observed between the groups in terms of the knowledge level of breastfeeding (7.61±1.25 and 6.77±1.73 p<0,001). A statistically significant difference was observed between the groups in terms of the average awareness about the benefits of breastfeeding. For the postnatal women, a statistically significant difference was observed between the groups in terms of the mean scores of the breastfeeding self-efficacy scale. (58.98±6.74 and 49.44±8.83 p<0,001). No statistically significant difference was observed between the groups in terms of breastfeeding attitude level (5.74±078 and 5.51±1.09 p=0,195).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The quality of education should be increased, and more support should be given to the mother's breastfeeding process in the postpartum period.

3.Food Addiction Prevalence and Related Factors Among People with Obesity: A Hospital-based Study
Hacer Hicran Mutlu, Mehmet Sargın
doi: 10.5505/amj.2021.59862  Pages 22 - 34
GİRİŞ ve AMAÇ: Yeme bağımlılığı, son zamanlarda çok tartışılan ve obeziteye neden olan non-homeostatik bir davranıştır. Bu çalışmada obezite polikliniğimize başvuran bireylerde yeme bağımlılığı sıklığı ve ilişkili faktörleri saptamayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 6 aylık zaman diliminde, bir eğitim ve araştırma hastanesi obezite polikliniğine başvuran ve çalışmamıza katılmayı kabul ettiğine dair yazılı onam veren 202 kişiye Yale Yeme Bağımlılığı Ölçeği ve Depresyon, Anksiyete, Stres-21 Ölçeği doldurtuldu. Bütün örneklemdeki yeme bağımlılığı oranı ve bu iki grubun özellikleri arasındaki farklar değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmamıza katılan kişilerdeki yeme bağımlılığı oranının %35,10 olduğu tespit edildi. Yeme bağımlılığı olan ve olmayan gruplar arasında yaş, cinsiyet, sigara içme durumu, çocukluk çağında ve ailede obezite varlığı ve egzersiz alışkanlığı açısından fark bulunamadı. Yeme bağımlılığı olan grubun vücut kütle indeksi (VKİ) olmayan gruba göre anlamlı olarak daha yüksek bulundu. Depresyon, anksiyete ve stres skoru yeme bağımlılığı olan grupta anlamlı olarak daha yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamamızda, obez bireylerde yeme bağımlılığı oranının yüksek olduğu sonucuna vardık. Bu nedenle, yeme bağımlılığının erken dönemde tanı alması ve tedavi edilmesinin obezite tedavisine önemli katkısı olacağını düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Food addiction which is a non-homeostatic behavior that contributes to obesity is a highly discussed issue recently. In the present study, we aimed to determine the prevalence of food addiction among obese people and related factors who applied to our obesity outpatient clinic.
METHODS: Yale Food Addiction Scale (YFAS) and Depression, Anxiety, Stress Scale (DASS)-21 were applied to the 202 participants admitted to a Training and Research Hospital obesity outpatient clinic within 6 months who gave written consent. The patients were divided into two groups as individuals with and without food addiction. The prevalence of food addiction in the total sample and the difference between the two groups were evaluated.
RESULTS: The prevalence of food addiction among participants was 35.10%. There were no significant differences between the groups with and without food addiction in terms of age, gender, smoking status, having a history of childhood obesity, a family history of obesity, and exercising habit. The Body Mass Index (BMI) of the group with food addiction was significantly higher than the group without food addiction. The depression, anxiety, and stress scores of the participants with food addiction were significantly higher than those without food addiction.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, it has appeared that food addiction is prevalent among obese individuals. For this reason, we consider that early diagnosis and treatment of this disorder will make a significant contribution to obesity treatment.

4.An Investigation of the Relationship of Urinary Incontinence and Fatigue Level and Sleep Quality in Pregnancy
Hacer Alan Dikmen, Hamide Yıldırım, Kamile Marakoğlu
doi: 10.5505/amj.2021.46693  Pages 35 - 48
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, gebelikte yaşanan üriner inkontinans ile yorgunluk düzeyi ve uyku kalitesi arasındaki ilişkiyi incelenmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı ve kesitsel türde yapılan çalışmanın verileri, Ocak-Mart 2020 tarihleri arasında, bir kadın doğum hastanesinin gebe polikliniğine başvuran 311 gebeden (okur-yazar, 18-49 yaş aralığında, tek fetüse sahip, iletişim kurulabilen, infertilite tedavisi sonucu gebe olmayan, idrar yolu enfeksiyonu ve herhangi bir kronik hastalığı olmayan), kişisel bilgi formu, İnkontinans Şiddet İndeksi (İŞİ), Pittsburgh Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ) ve Yorgunluk Şiddeti Ölçeği (YŞÖ) ile toplanmıştır.
BULGULAR: Çalışmamızda gebelerin yaş ortalaması 27,25±5,641, gebelik haftası ortalaması 29,46±9,581’di. Gebelerin %61,10’unda (190) üriner inkontinans şikayeti vardı, %68,80’inin (214) uyku kalitesi kötüydü. Gebelerin %46,60’ı (145) “yorgundu.” Çalışmamızda gebelerin İŞİ ve PUKİ puan ortalaması arasında istatistiksel olarak anlamlı, pozitif yönde ve düşük düzeyde (r= 0,209; p<0,001) ilişki saptanırken, YŞÖ ile istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0,184).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda gebelerin üriner inkontinans düzeyi arttıkça kötü uyku kalitesi artmaktaydı. Gebelerin üriner inkontinans düzeyi ile yorgunluk düzeyleri arasında ise bir ilişki yoktu. Sağlık profesyonelleri antenatal izlemlerde, gebelerin üriner inkontinans, uyku ve yorgunluk düzeylerini mutlaka değerlendirmeli ve inkontinans varlığı saptanan gebelerde baş etme ve tedavi noktasında gerekli bakım uygulamaları önerilmelidir.
INTRODUCTION: This study aimed to investigate the relationship between urinary incontinence and fatigue level and sleep quality during pregnancy.
METHODS: This descriptive and cross-sectional study was conducted in 311 pregnant women (literate, in an age range of 18-49 years, singleton pregnant, able to communicate, did not get pregnant as a result of infertility treatment, without a urinary tract infection or a chronic disease) who were presented to the pregnant polyclinic of a maternity hospital between January and March 2020. The data were collected using a personal information form, Incontinence Severity Index (ISI), Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI), and Fatigue Severity Scale (FSS).
RESULTS: In our study, the mean age of the participants was 27.25±5.641 years, and the mean gestational week was 29.46±9.581. 61.10% of the pregnant women (190) had urinary incontinence; sleep quality of them was “bad” in 68.80% (214). 46.60% (145) of the pregnant women were "fatigued". In our study, there was a significant positive and low-level correlation between the ISI and the PSQI mean scores (r=0.209; p <0.001); no significant correlation was found between ISI and the YSS (p=0.184).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, as the urinary incontinence level increased, poor sleep quality increased. There was no relationship between urinary incontinence and fatigue levels in pregnant women. During antenatal, health care professionals should evaluate the urinary incontinence, sleep quality, and fatigue levels of pregnant women, and require care practices should be offered involving coping strategies and treatment modalities in pregnant women with incontinence.

5.Investigation of Knowledge Levels of Family Physicians and Pediatrists About Peer Victimization
Esra Yurdakul, Basri Furkan Dağcıoğlu
doi: 10.5505/amj.2021.43925  Pages 49 - 56
GİRİŞ ve AMAÇ: Akran zorbalığı (AZ), bir öğrencinin ya da bir grup öğrencinin başka bir öğrenciye ya da bir grup öğrenciye kasıtlı ve sürekli olarak zarar vermesi ya da rahatsız etmesi olarak tanımlanabilir. Araştırmalar ülkemizde her üç öğrenciden birinin fiziksel, sözel, duygusal veya dışlama formlarındaki akran zorbalığına maruz kaldığını göstermektedir. Çalışmamızda AZ’ye maruz kalan çocuklarla en sık iletişim halinde olması beklenen aile hekimleri ve pediatristlerin konu hakkındaki bilgi düzeylerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ekim 2015 ile Şubat 2016 tarihleri arasında Ankara ili genelinde çalışmakta olan hekimlerden rastgele seçilen 122 aile hekimi ve 109 pediatriste ulaşılarak, akran zorbalığı konusundaki bilgi düzeyleri değerlendirildi.
BULGULAR: Her iki gruptaki hekimlerin AZ ile ilgili bilgi düzeyleri büyük oranda benzer bulundu. Pediatristler belirgin şekilde aile hekimlerinden daha sık olarak AZ ile karşılaşmaktaydı (p<0,001; X2=15,766). Buna karşılık AZ nin dolaylı belirtilerini tanıma konusunda her iki branştaki hekimler benzer farkındalığa sahipti (p=0,429; X2=0,625). Katılımcıların çok az bir kısmının AZ ile ilgili özel bir eğitim aldığı görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ülkemizde ve dünyada oldukça sık görülen AZ konusunda ebeveynler ve öğretmenlerin yanı sıra, herhangi bir sebeple çocuğu gören hekimlere de sorumluluk düşmektedir. Özellikle AZ kaynaklı psikosomatik belirtilerin erken safhada saptanıp eyleme geçilmesi konusunda, okul çağındaki çocuklarla en sık iletişime geçen aile hekimlerinin ve pediatristlerin bilgi ve farkındalıklarının artırılması faydalı olacaktır.
INTRODUCTION: Peer victimization (PV) can be defined as a student or group of students deliberately and continuously harming or harassing another student or a group of students. Studies show that one out of every three students in our country is exposed to peer bullying in physical, verbal, emotional, or exclusion forms. In our study, it was aimed to compare the knowledge levels of family physicians and pediatricians, who are expected to be in contact with children exposed to PV, about this subject.
METHODS: Between October 2015 and February 2016, 122 family physicians and 109 pediatricians who were randomly selected among the physicians working in Ankara province were reached and their level of knowledge on peer victimization was evaluated.
RESULTS: The knowledge levels of the physicians in both groups about PV were found to be substantially similar. Pediatricians encountered PV significantly more frequently than family physicians (p <0.001; X2 = 15.766). On the other hand, physicians in both branches had similar awareness in recognizing the indirect symptoms of PV (p = 0.429; X2 = 0.625). It was seen that very few of the participants received special training on PV.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In addition to parents and teachers, physicians who see the child for any reason have responsibility for PV, which is common in our country and the world. It will be beneficial to increase the knowledge and awareness of family physicians and pediatricians who most frequently communicate with school-age children, especially about detecting the psychosomatic symptoms originating from PV and taking action.

6.Evaluation of risk factors for cardiovascular diseases and prevalence of metabolic syndrome in overweight and obese adolescents
Yağmur Gökseven, Guzin Zeren Ozturk
doi: 10.5505/amj.2021.57767  Pages 57 - 71
GİRİŞ ve AMAÇ: 5-19 yaş arası 340 milyonun üzerinde fazla kilolu veya obez olduğu bildirilmiştir. Çocukluk çağı ve adölesan dönemde başlayan obezite, metabolik sendrom ve kardiyovasküler hastalıklara zemin hazırlamakta, aterosklerotik sürecin hızlanmasına neden olmaktadır. Çalışmamızın amacı aşırı kilolu ve obez adölesanlarda kardiyovasküler hastalıklar için risk faktörlerini ve metabolik sendrom sıklığını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma popülasyonu 11-18 yaş arası fazla kilolu ve obez adölesanlardan oluşmaktadır. Katılımcıların antropometrik ölçümleri ve kan örneklerini aldıktan sonra REGODCI puanlama sistemine göre kardiyovasküler riskleri ve Uluslararası Diyabet Federasyonu'na göre metabolik sendrom prevalansları incelenmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya 150 fazla kilolu ve obez adölesan dahil edildi. Katılımcıların 115’i (%76,70) obez idi; %22'sinde (n=33) Metabolik sendrom (MetS); %46,60'ında (n=80) kardiyometabolik risk (KMR) varlığı saptandı. MetS tanısı alan katılımcıların vücut kitle indeksleri (VKİ), sistolik kan basıncı, TG-HDL oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (sırasıyla p = 0,040, p= 0,012 ve p <0,001). KMR varlığı ile katılımcıların VKİ, TG-HDL oranları, bel- kalça çevresi oranları arasında istatiksel anlamlı bir ilişki saptandı (sırasıyla p=0,001, p = 0,001 ve p= 0,034). ROC analizine göre MetS için eğri altındaki alan 0,826, kesme değeri 2,59; %72 duyarlılık ve %72 özgüllük ile bulundu; KMR varlığı için eğri altında kalan alan 0,652; kesim değeri 2,06; %65 duyarlılık ve %63 özgüllük ile bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Obezite hem MetS hem de KMR için bağımsız bir risk faktörüdür ve tanıdan hemen sonra tedavi edilmelidir. Fazla kilolu ve obez adölesanlarda TG/HDL oranı MetS (2,59 üzeri) ve CMR (2,06 üzeri) için prediktör faktör olarak kullanılabilir.
INTRODUCTION: It is reported that there are more than 340 million people who are either overweight or obese aged between 5-19. Obesity starting in childhood and adolescence leads up to metabolic syndrome, cardiovascular diseases and hastens the atherosclerotic process. The aim of our study is to evaluate risk factors for cardiovascular diseases and the prevalence of metabolic syndrome in overweight and obese adolescents.
METHODS: The study population comprised overweight and obese adolescents aged 11–18 years. After taking all anthropometric measurements and blood samples; cardiovascular risk according to the REGODCI scoring system and prevalence of metabolic syndrome according to the International Diabetes Federation were examined.
RESULTS: 150 overweight and obese adolescents were included. 115 (76.70%) subjects were determined as obese. MetS was seen in 22% (n=33); cardiometabolic risk (CMR) was seen in 46.60% (n=80) of the participants. A statistically significant difference between systolic blood pressure, TG/HDL, and BMI of participants diagnosed with MetS was detected (p = 0.040, p= 0.012, p < 0.001, respectively). A significant correlation was found between CMR and participants’ BMI, TG/HDL, waist-hip ratio (p = 0.001, p = 0.001, p= 0.034, respectively). According to the ROC analysis for MetS, the area under the curve was 0.826, the cutoff value was 2.59 with 72% sensitivity and 72% specificity; and for the CMR the area under the curve was 0.652, the cutoff value was 2.06 with 65% sensitivity and 63% specificity.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Obesity is an independent risk factor for both MetS and CMR, and it should be treated immediately after diagnosis. TG/HDL ratio may use as a predictor factor for MetS (over 2.59) and for CMR (over 2.06) in overweight and obese adolescents.

7.Determining the Students’ Knowledge Levels and Educational Needs on Reproductive Health Who Have Just Begun to Faculty of Nursing
Hilal Aksoy, Duygu Ayhan Başer, Mustafa Cankurtaran
doi: 10.5505/amj.2021.09582  Pages 72 - 82
GİRİŞ ve AMAÇ: Gençler; üreme sağlığı sorunları açısından yüksek risk altındadır ve ergen izlemleri aile hekimliğinde yeni rutine girmiştir. Çalışmamız Hemşirelik Fakültesi’ne yeni başlayan öğrencilerin üreme sağlığı konusundaki bilgi düzeylerini ve eğitim ihtiyacını belirlemek amacıyla planlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı nitelikteki çalışmada Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi’ne 2019-2020 eğitim-öğretim yılında yeni kayıt yaptıran öğrencilere yüz yüze görüşme yöntemiyle anket uygulandı. Verilerin değerlendirilmesinde sürekli olan değişkenler için ortalama ve standart sapma, niteliksel veriler için frekans tablosu kullanıldı. Niteliksel veriler arasında ilişki araştırılırken ki-kare testi kullanıldı. İstatiksel analizler SPSSv23 paket programı ile yapıldı.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 120 öğrenci dahil oldu. Öğrencilerin üreme sağlığı konusundaki bilgi kaynakları arasında birinci sırada okul (%75,80) gelmekteydi. En fazla bilinen doğum kontrol yöntemi hap (%80,80) idi. “Cinsel yolla bulaşan hastalıklar hangileridir” sorusuna verilen en fazla cevap Human Immunodeficiency Virüs idi (%85,80). En fazla eğitim almak istenen konu %51,70 ile cinsel yolla bulaşan hastalıklardı. Öğrencilerin yaş, cinsiyet, ekonomik durum, mezun oldukları okul ile bilgi düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Üreme sağlığı konusunda gençler yeterli ve doğru bilgi düzeyine sahip değildir. Eğitimleri planlanırken bu konu üzerinde daha fazla durulması gerekmektedir. Ayrıca doğru ve güvenilir bilginin kazanılması için 10-21 yaş arası ergen izlemini yapan ve üreme sağlığı konusunda danışmanlık verme hizmeti bulunan aile hekimine özellikle büyük rol düşmektedir.
INTRODUCTION: Youth are at high risk for reproductive health problems and adolescent health monitoring has entered a new routine during family medicine follow-ups Our study was planned in order to determine the students’ knowledge level and educational needs on reproductive health who have just begun to Faculty of Nursing.

METHODS: A questionnaire was applied by face-to-face interview method to the students who had recently registered to Hacettepe University Nursing Faculty in the 2019-2020 academic year in this descriptive study. In the evaluation of the data, the mean and standard deviation for continuous variables and frequency table for qualitative data were used. The Chi-square test was used to test the relationship between qualitative data. Statistical analysis was done with the SPSS v.23 package program.
RESULTS: 120 students were included in the study. The school (75.80%) was in the first place among students' sources of information on reproductive health. The most common contraceptive method was the pill (80.80%). The most common answer to the question of what sexually transmitted diseases are was the Human Immunodeficiency Virus (85.80%). The most wanted topic to learn was sexually transmitted diseases with 51.70%. There was no statistically significant relationship between students' age, gender, economic status, the school they graduated from, and their level of knowledge.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Young people don't have sufficient and correct knowledge about reproductive health. More attention should be given to planning their training. In addition, the family physician, who monitors adolescents between the ages of 10-21 and provides counseling services on reproductive health, plays an especially important role to acquire accurate and reliable information.

8.Analytical examination of alcohol-based hand disinfectants in our country and evaluation with respect to COVID-19 pandemic
Ülker Gül, Zehra Dagli
doi: 10.5505/amj.2021.81598  Pages 83 - 91
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 pandemisinde alkol bazlı el dezenfektanlarının (ABHD) kullanılması önerilmektedir. Bu çalışmada, ülkemizdeki ABED'lerin içeriğinin incelenmesi ve bulguların literatür ışığında tartışılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ülkemizdeki ABED'ler Google arama motorunda araştırıldı. Ticari ürüne ait içerik bilgileri kaydedildi. Veriler 5 başlık altında analiz edildi: alkol oranı, etil ve / veya izopropil alkol varlığı, diğer dezenfektanların varlığı, nemlendiricinin varlığı ve Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre önerilen formülasyona göre.
BULGULAR: En sık gözlenen alkol oranları şu şekildedir: %70, %75, %65 ve %80. Ürünlerin %21'i sadece etanol, %15'i sadece izopropil alkol ve %34'ü etanol ve izopropil alkol içermektedir. Ürünlerin %6,5'unda hidrojen peroksit gözlendi. Ürünlerin %44'ünde gliserin, %10'unda gliserin ve lanolin vardı. DSÖ tarafından önerilen formülasyon tek bir üründe tam olarak gözlemlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sars-CoV-2 virüsü, etanol (>% 75) ve izopropanol (>% 70) ile inaktive edilebilir. DSÖ formülasyonlarından biri %80 etanol ve diğer %75 izopropil içermektedir. Ülkemizde ABED'lerin yarısından fazlasında alkol oranı %70 ve üzerindeydi. Bunlar etil ve / veya izopropil alkoldü. DSÖ formülasyonuna yalnızca bir ürün uymaktaydı. Sonuç olarak, COVID-19 pandemisinde el hijyeni için en önemli adım uygun formülasyonlu ABED seçimi olmalıdır.
INTRODUCTION: The use of alcohol-based hand disinfectants (ABHD) is recommended in the COVID-19 pandemic. In this study, it was aimed to analyze the content of ABEDs in our country and to discuss the findings in the light of literature.
METHODS: ABHDs in our country were searched on the Google search engine. Content information of the commercial product was saved. Data were analyzed under 5 headings: according to the alcohol ratio, the presence of ethyl and / or isopropyl alcohol, the presence of other disinfectants, the presence of the moisturizer and the formulation recommended according to the World Health Organization (WHO).
RESULTS: The most frequently observed alcohol ratios were as follows: 70%, 75%, 65% and 80%. 21% of the products have only ethanol, 15% have only isopropyl alcohol, 34% have ethanol and isopropyl alcohol. Hydrogen peroxide was observed in 6.5% of the products. 44% of the products had glycerin, 10% had glycerin and lanolin. The formulation suggested by WHO was exactly observed in one product.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Sars-CoV-2 virus can be inactivated by ethanol (> 75%) and isopropanol (> 70%). One of the WHO formulations contains 80% ethanol and the other 75% isopropanol. Alcohol ratio was 70% and above in more than half of ABHDs in our country. These were ethyl and / or isopropyl alcohol. Only one product complied with the WHO formulation. As a result, the most important step for hand hygiene in the COVID-19 pandemic should be the selection of ABHD with the appropriate formulation.

9.Dynamic Thiol Disulphide Homeostasis In Patients Diagnosed With Acute Pulmonary Thromboembolism In Emergency Department
Gül Pamukçu Günaydın, Fatih Tanrıverdi, SERKAN DEMİRCAN, FERHAT İÇME, Yavuz Otal, Yucel Yuzbasioglu, erdem haytaç, Pervin Baran, Cemile Bicer
doi: 10.5505/amj.2021.14890  Pages 92 - 98
GİRİŞ ve AMAÇ: Acil serviste akut pulmoner trombo emboli tanısı alan hastaların erken dönemde dinamik tiyol-disülfit dengesinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Acil serviste akut pulmoner emboli tanısı konulan 58 hastadan alınan venöz kan örneklerinde serum tiyol-disülfit düzeyleri yeni geliştirilen Erel- Neşelioğlu yöntemi ile ölçüldü, burdan elde edlilen veriler sağlıklı kontrol grubu ölçümleri ile karşılaştırıldı. Acil serviste pulmoner emboli ön tanısı klinik ve laboratuvar bulguları ile düşünüldü ve kontrastlı toraks bilgisayarlı tomografi anjiyo ile tespit edildi.
BULGULAR: Ortalama native tiyol ve total tiyol seviyeleri pulmoner emboli hastalarında kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşüktü (308,53±78; 414,13±50,86; p<0,002; 346,03±81,13; 453,05±52,46 μmol/l, p<0,003 sırasıyla). Disülfit/nativ tiyol ve disulfit/total tiyol oranları pulmoner emboli hastalarında kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pulmoner emboli hastalarında tiyol-disülfit dengesi oksidatif yönde değişmiştir. Bu durumun hastalığın patogenezinde rolü olabilir.
INTRODUCTION: This study aims to investigate the dynamic thiol-disulfide balance in the early period of patients diagnosed with acute pulmonary thromboembolism in the emergency department.
METHODS: Serum thiol-disulfide levels in venous blood samples drawn from 58 patients diagnosed with acute pulmonary embolism in the emergency department were analyzed using the newly developed Erel-Neşelioğlu method, and the results were compared with the measurements of the healthy control group. In the emergency department, the pre-diagnosis of pulmonary embolism was considered with clinical and laboratory findings and confirmed with contrast-enhanced thorax computed tomography angiogram.
RESULTS: Mean native thiol and total thiol levels were significantly lower in pulmonary embolism patients compared to the control group (308.53 ± 78; 414.13 ± 50.86; p <0.002; 346.03 ± 81.13; 453.05 ± 52.46 μmol/l, p <0.003 respectively). Disulphide/native thiol and disulphide/total thiol ratios were found to be significantly higher in pulmonary embolism patients compared to the control group (p <0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Thiol-disulfide balance is altered oxidatively in patients with pulmonary embolism. This may play a role in the pathogenesis of the disease.

10.RT-PCR Results and Chest CT Imaging Features in Patients Hospitalized to Yozgat City Hospital with COVID-19 Suspicion
Ahmet Tanyeri
doi: 10.5505/amj.2021.57805  Pages 99 - 114
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı COVID-19 şüphesiyle hastaneye yatırılan olguların Toraks BT bulgularını ve RT-PCR sonuçlarını incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 15 Mart-15 Mayıs 2020 tarihleri arasında, Yozgat Şehir Hastanesine COVID-19 şüphesiyle yatırılan olgular geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Toraks BT bulguları bu çalışma için oluşturulan modifiye COVID-19 raporlama sistemine göre sınıflandırılmıştır. RT-PCR referans tanı testi kabul edilerek BT’nin tanısal performansı değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Toplam 498 olgu [54±22 (0; 96)] çalışmaya dahil edildi. Erkek olgu sayısı [323 (%65)] kadınlardan [175 (%35)] daha fazlaydı. Olguların 94’ünde (%19) RT-PCR testi pozitif sonuçlanmıştı. Test sonucu pozitif olan hastaların negatif olanlara göre daha küçük yaşta olduğu bulundu. 173 (%35) olguda toraks BT pozitif saptandı: %13 COVID-19 uyumlu bulgular, %7 yüksek şüpheli bulgular, %15 düşük şüpheli bulgular. BT’nin duyarlılığı %49, özgüllüğü %69, RT-PCR’ın duyarlılığı ise %69 olarak bulundu. BT pozitif olgulardaki infiltrasyonların %52’si her iki akciğerde, %40’ı tüm loblarda, %34 alt loblarda, %47’si arka, %43’ü ön ve arka akciğer alanlarında, %60’ı periferik, %30’u periferik ve santral akciğer alanlarında görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Toraks BT’nin COVID-19 tanısındaki duyarlılığı göreceli düşük ancak özgüllüğü yüksek bulunmuştur. BT’nin hızlı tanı için COVID-19 prevalansının yüksek olduğu bölgelerde kullanılması daha faydalı olabilir. BT bulgularını yorumlamada standardize edilmiş bir rapor formatını kullanmak hasta yönetimi için gerekli görünmektedir.
INTRODUCTION: This study aims to investigate Chest CT findings and RT-PCR results in patients hospitalized with suspicion of COVID-19.
METHODS: Between 15 March and 15 May 2020, patients hospitalized in Yozgat City Hospital with suspicion of Covid-19 were evaluated retrospectively. Chest CT findings were classified according to the modified COVID-19 reporting system created for this study. RT-PCR reference diagnostic test was accepted and the diagnostic performance of CT was evaluated.
RESULTS: A total of 498 patients [54±22 (0; 96)] were included in the study. The number of male patients [323 (65%)] was higher than female [175 (35%)]. RT-PCR test was positive in 94 (19%) of the patients. Patients with positive test results were found to be younger than negative ones. Chest CT was positive in 173 (35%) patients: 13% COVID-19 typical findings, 7% high suspect findings, 15% low suspect findings. The sensitivity of CT was 49%, the specificity was 69%, and the sensitivity of RT-PCR was 69%. Infiltrations in CT positive cases were seen in the following areas: 52% in both lungs, 40% in all lobes, 34% in lower lobes, 47% in the posterior, 43% in the anterior and posterior lung regions, 60% in the peripheral, 30% peripheral and central lung regions.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The sensitivity of chest CT in the diagnosis of COVID-19 was relatively low, but had high specificity. It may be more beneficial to use CT for rapid diagnosis in regions with a high prevalence of COVID-19. Using a standardized report format to evaluate CT findings seems necessary for patient management.

11.Temporomandibular Joint Dislocation at the Emergency Department: A Retrospective Study
Filiz Baloglu Kaya, Engin Ozakin, Seyhmus Kaya, Muhammed Evvah Karakilic
doi: 10.5505/amj.2021.73693  Pages 115 - 123
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, acil serviste (AS) Temporomandibular eklem (TME) dislokasyonu tanısı alan olguların demografik ve klinik özelliklerini hasta idaresi ile birlikte değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız tek merkezli ve geriye dönük olarak 10 yıl ve 10 aylık bir sürede (01.01.2010-30.10.2020) Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sağlık, Uygulama ve Araştırma Hastanesi Acil Servis’inde yapılmıştır. Çalışma sürecinde AS’ye başvuran, TME dislokasyonu tanısı alan, 18 yaş ve üzeri tüm hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Olguların demografik verileri, dislokasyon tipi ve mekanizması, tekrarlayan dislokasyon hikayesi varlığı, görüntüleme varlığı, redüksiyon uygulaması varlığı, yapıldı ise redüksiyon sonlanımı ve sedoanaljezi gerekliliği ile ilgili bilgileri dosya kayıtlarından alınmıştır. Analiz için gerekli verilere kayıtlarda ulaşılamaması da dışlama kriteri olarak belirlenmiştir.
BULGULAR: Dosya kayıtları incelendiğinde 113 olgunun AS’de TME dislokasyonu tanısı aldığı görüldü. 66 olgu birincil başvuru, 47 olgu ise bu olguların tekrarlayan başvuruları idi. Birincil başvurular değerlendirildiğinde; yaş ortalaması 42,74±20,83 idi ve %69,7’si (n=46) kadındı. %56,1 (n=37) bilateral eklem dislokasyonu mevcuttu. %98,5’i (n=65) non-travmatik idi. Olguların tamamına bakıldığında %91,2’sinde (n=103) radyolojik görüntüleme yapılmadığı belirlendi. Redüksiyon işlemleri sırasında %13,3 (n= 15) olguda sedoanaljezi uygulandığı görüldü. Redüksiyon uygulamalarının %98,2’sinin (n=111) başarı ile sonuçlandığı görüldü. Olgulara ait komplikasyon kaydına rastlanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: TME dislokasyonu idaresi hasta konforu ile eklem fonksiyonu açısından önemlidir. Acil tıp hekimleri nadir de olsa karşılaştıkları akut TME dislokasyonu idaresini başarı ile gerçekleştirmektedirler.
INTRODUCTION: This study aims to evaluate demographic and clinical characteristics of the emergency department (ED) cases with a diagnosis of temporomandibular joint (TMJ) dislocation alongside the patient management of these cases.
METHODS: Our single-center and retrospective study was conducted at the ED of Eskisehir Osmangazi Health, Practice and Research Hospital in 10 years and 10 months (01.01.2010-30.10.2020). All 18 years and older patients diagnosed with TMJ dislocation at the ED during the studied period were included in the study. The information on demographics, dislocation type and mechanism, medical history of repeated dislocation, imaging, application of reduction, reduction outcome, and necessity of sedo-analgesia were obtained from the patients’ records. The lack of data required for analysis in the records was taken as an exclusion criterion.
RESULTS: When the file records were examined 113 cases were diagnosed with TMJ dislocation in ED. 66 cases were primary admissions and 47 cases were recurrent admissions of these cases. Primary applications are evaluated; the mean age was 42.74±20.83 and 69.7%(n=46) were women. The joint dislocation was present in 56.1%(n=37) bilaterally. 98.5%(n=65) of them were non-traumatic. When all the cases were evaluated, it was determined that 91.2%(n=103) did not perform radiological imaging. During reduction, it was observed that sedo-analgesia was applied in 13.3%(n=15) cases. It was observed that 98.2%(n=111) of the reduction applications resulted successfully. No complication records of the cases were found.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Management of TMJ dislocation is important for patient comfort and joint function. Emergency physicians successfully manage acute TMJ dislocation, which they rarely encounter.

12.Retrospective Examination of Patients Diagnosed with Aortic Dissection in the Emergency Department and Undergoing Thiol / Disulfide Homeostasis
Nazlı Görmeli Kurt, Servan Gökhan, Ozcan EREL, Celal Güneş, Çağdaş Yıldırım, Ayhan Ozhasenekler, Fatih Ahmet Kahraman
doi: 10.5505/amj.2021.70037  Pages 124 - 133
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut aort diseksiyonu (AAD) olan hastalarda dinamik tiyol / disülfid homeostazındaki (TDH) değişiklikleri incelemek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda, Ocak 2015-Ocak 2018 tarihleri arasında Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil servisine başvuran ve bilgisayarlı toraks tomografisinde AAD saptanan hastaların tıbbi kayıtları geriye dönük olarak gözden geçirildi. Çalışmada biri AAD, diğeri sağlıklı gönüllüler grubu olmak üzere iki grup mevcut idi. İlk olarak Erel ve Neşelioğlu tarafından tanımlanan spektrofotometrik yöntemle tiyol ve disülfid düzeyleri belirlendi, Doğal tiyol (NT), toplam tiyol (TT) ve disülfid (D) seviyeleri ve bunların birbirlerine oranları hesaplandı (indeks 1: D / NT, indeks 2: D / TT, indeks 3: NT / TT). Bu iki grubu Oksidatif stres parametreleri (Doğal Tiyol, Toplam Tiyol ve Disülfid seviyeleri) açısından karşılaştırdık.
BULGULAR: Toplam 40 AAD hastası ve 38 cinsiyet ve yaş uyumlu sağlıklı gönüllü bu çalışmaya dahil edildi. Cinsiyet ve yaş açısından her iki grup arasında anlamlı fark yoktu (sırasıyla p=0,923, p=0,401). AAD grubu anlamlı olarak daha düşük doğal tiyol ve toplam tiyol'e sahipti (p<0,001), ancak disülfid seviyeleri benzerdi (p=0,360). Oksitdatif stres parametreleri mortalite açısından istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: AAD'li hastalarda, özellikle native tiyol ve toplam tiyol olmak üzere, önemli ölçüde daha düşük tiyol / disülfid homeostazı saptadık. Oksidatif stres teorisinin AAD'nin patofizyolojisinde rol oynayabileceğini ve oksidatf stres paremetrlerinin tanı koymada yol gösterci olabileceği kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: To study changes in dynamic thiol/disulfide homeostasis (TDH) in patients with acute aortic dissection (AAD).
METHODS: In our study, the medical records of patients who applied to Ankara Atatürk Training and Research Hospital between January 2015- January 2018 and were found to have AAD on computed tomography of the thorax were retrospectively reviewed. There were two groups in the study, one AAD group, and the other healthy volunteers' group. First, thiol and disulfide levels were determined with the spectrophotometric method defined by Erel and Neşelioğlu, natural thiol (NT), total thiol (TT), and disulfide (D) levels, and their ratios were calculated (index 1: D / NT, index 2: D / TT, index 3: NT / TT). We compared these two groups in terms of Oxidative stress parameters.
RESULTS: A total of 40 patients with AAD and 38 age-matched healthy volunteers were included in this study. There was no significant difference between the two groups in terms of gender and age (p=0.923, p=0.401, respectively). The AAD group had significantly lower natural thiol and total thiol (p<0.001), but disulfide levels were similar (p=0.360). Oxidative stress parameters were not statistically significant in terms of mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found significantly lower thiol/disulfide homeostasis in patients with AAD, particularly native thiol and total thiol. We think that oxidative stress theory may play a role in the pathophysiology of AAD and oxidative stress parameters may guide the diagnosis.

13.Chest CT findings and their correlation with RT-PCR testing in pediatric COVID-19 patients
Gülşah Bayram Ilıkan, Şükriye Yılmaz
doi: 10.5505/amj.2021.04207  Pages 134 - 149
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 ön tanısı olan çocuk hastalarda revers transkriptaz-polimeraz zincir reaksiyon (RT-PCR) testi sonuçları ile toraks bilgisayarlı tomografi (BT) bulgularını karşılaştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif olarak, 177 çocuk hastada toraks BT bulguları ve RT-PCR test sonuçları değerlendirildi. Test sonuçlarına göre hastalar ‘COVID-19 pozitif’ ve ‘COVID-19 negatif’ olmak üzere iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: COVID-19 pozitif grupta hastaların %65,71’inin ailesinde COVID-19 tanısı bulunmaktaydı (p<0.01). Aynı grupta BT bulguları normal olan hastaların %50’si 16 yaşından küçüktü (p<0,01) ve en sık tek lob tutulumu izlenmekteydi (%54,54, p<0.01). Her iki grupta en sık izlenen BT bulgusu konsolidasyon ile birlikte buzlu cam dansitesi (BCD) idi. Fibrotik bantlar (% 51,46; p<0,01), retiküler patern (% 34,95; p<0,01), atelektazi (% 9,71, p<0.01), mozaik perfüzyon (% 26,21, p<0.01), ve plevral effüzyon (% 19,42, p<0.01) COVID-19 negatif grupta daha sık izlendi. Altta yatan hastalığı bulunanlarda BT’nin sensitivitesi 0,441, RT-PCR testin ise 0,863 olarak hesaplandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ailesinde COVID-19 hastalığı olan çocuklarda en sık BT bulgusu konsolidasyonun eşlik ettiği ya da etmediği fokal BCD’dir. BT bulguları yaygın ve şiddetli ise hasta yüksek olasılıkla COVID-19 değildir. Altta yatan kronik hastalığı olan çocuklarda RT-PCR testi, tanı koymada BT’den daha duyarlıdır.
INTRODUCTION: To compare the reverse transcription-polymerase chain reaction (RT-PCR) test results and chest computerized tomography (CT) findings in pediatric patients with a pre-diagnosis of COVID-19.
METHODS: The thorax CT examinations and RT-PCR test results were retrospectively evaluated in 177 children. According to the test results, the patients were divided into two groups as ‘COVID-19-positive’ and ‘COVID-19-negative’.
RESULTS: In the COVID-19-positive group, 65.71% of the patients with a family history of COVID-19 (p<0.01). In the same group, 50.00% of patients with normal CT findings were older than 16 years (p<0.01), and single-lobe involvement was more common (54.54%, p<0.01). The most observed CT finding was consolidation with ground-glass opacities (GGO) in both groups. Fibrotic bands (51.46%, p<0.01), reticular pattern (34.95%, p<0.01), atelectasis (9.71%, p<0.01), mosaic perfusion (26.21%, p<0.01), and pleural effusion (19.42%, p<0.01) were mostly seen in the COVID-19-negative group. In patients with underlying diseases, the sensitivity values were calculated as 0.441 for CT and 0.863 for the RT-PCR test.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients with a family history of COVID-19, the chest CT showed focal GGO with or without consolidation as the most common finding. If CT findings diffuse and severe, the patient most likely does not have COVID-19. The RT-PCR test results are more reliable than CT in children with underlying diseases.

14.Brain natriuretic peptide (BNP) in euthyroid sick syndrome
ŞEVKET MURAT HOKKAÖMEROĞLU, Arzu Or Koca, Derun Taner Ertugrul, Kursat Dal, Esin Beyan
doi: 10.5505/amj.2021.94840  Pages 150 - 162
GİRİŞ ve AMAÇ: Kardiyovasküler (KV) homeostazda tiroid hormonarı (TH) önemli role sahiptir. Özellikle son yıllarda KV sistem üzerine TH’larının etkisi incelendiğinde “Ötiroid hasta sendromu (ÖHS)” dikkat çekmektedir. Bu çalışmada hastanede yatarak tedavi alan ve sistemik hastalığı bulunan hastalarda sıklıkla gözlenen ÖHS ile Beyin natirüretik peptid (BNP) düzeyi ilişkisini incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel olarak dizayn edilen çalışmada; kalp yetersizliği (KY) klinik ve/veya laboratuar bulgusu olan, renal yetmezliği olan, kronik karaciğer hastalığı olan, renal parankim hastalığı olan, bilinen hipertiroidi ya da hipotiroidisi olan, tiroid hormon replasmanı alan, steroid kullanan, antitiroid ilaç kullanan, BNP düzeyini etkilediği bilinen ilaç kullanımı olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Çeşitli sistemik hastalıklar nedeni ile yatarak tedavi alan 78 ÖHS’lu hasta vaka, 67 ötiroid hasta kontrol grubuna alınarak serum BNP düzeyleri, biyokimyasal tetkikleri, akut faz reaktanları ve ekokardiyografi bulguları analiz edildi.
BULGULAR: ÖHS grubunda serum BNP düzeyinin kontrol gruba göre anlamlı olarak yüksek olduğu görülmüştür. Serum BNP düzeyi ile; serum serbest tiroksin (sT4) düzeyinin pozitif, serum serbest triiodotironin (sT3) ve tiroid uyarıcı hormon (TSH) düzeyleri ise negatif korele bulunmuştur. Ayrıca serum BNP düzeyinin pozitif akut faz reaktanları (yüksek duyarlıklı C reaktif protein, ferritin) ile pozitif, negatif akut faz reaktanı olan albüminle ise negatif korele olduğu saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ÖHS serum BNP artışı ile ilişkilidir. KV hastalığı olmayan kritik durumdaki hastalarda düşük sT3 düzeyi kardiyak disfonksiyon gelişimine katkıda bulunabilir. ÖHS’da BNP düzeyleri değerlendirilirken, tiroid hormonlarına ek olarak, hasta yaşının, yatış tanısının, akut faz reaktanlarının ve inflamatuar sitokinlerin göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Thyroid hormones (TH) play a significant role in cardiovascular (CV) homeostasis. When the effect of TH on the CV system has been examined, especially in recent years, "euthyroid sick syndrome (ESS)" has attracted attention. In this study, we aimed to investigate the correlation between ESS, which is frequently observed in hospitalized patients with have systemic disease, and the brain natriuretic peptide (BNP) level.
METHODS: In this cross-sectional study, 78 ESS patients who were hospitalized for various systemic diseases and a control group of 67 euthyroid patients were included. Patients who have heart failure (HF) with clinical and/or laboratory findings, renal failure, chronic liver disease, renal parenchymal disease, known hyperthyroidism or hypothyroidism, taking a thyroid hormone, using steroids, using antithyroid drugs, known to affect the BNP level Patients using medication were excluded from the study. The serum brain natriuretic peptide (BNP) levels, biochemical examinations, acute phase reactants, and echocardiography findings were analyzed.
RESULTS: Serum BNP was significantly higher in ESS patients compared to the control group. Serum free thyroxine (fT4) level was positively correlated, and serum free triiodothyronine (fT3) and thyroid stimulating hormone (TSH) levels were negatively correlated with BNP. Furthermore, it was determined that serum BNP level was positively correlated with positive acute-phase reactants (high-sensitivity C-reactive protein, ferritin) and negatively correlated with albumin, which is a negative acute-phase reactant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: ESS is associated with an increase in serum BNP. In critically ill patients without CV disease, a low level of fT3 may contribute to the development of cardiac dysfunction. We consider that the patient's age, admission diagnosis, acute-phase reactants, and inflammatory cytokines should be considered in addition to thyroid hormones while evaluating BNP levels in ESS.

15.The impact of gender awareness training on gender role attitudes of working women
ilknur Aydın Avci, Özge ÖZ YILDIRIM, Dilek ÇELİK EREN, SENEM GURKAN
doi: 10.5505/amj.2021.34711  Pages 163 - 175
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma işçi kadınlara verilen toplumsal cinsiyet farkındalık eğitiminin, işçilerin toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin tutumları üzerine etkisini değerlendirmek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu araştırma yarı deneysel araştırma tasarımlarından tek grupta ön test son test deneme modeline göre yapılmıştır. Çalışmaya bir fabrikada çalışan, araştırmaya katılmaya gönüllü olan, girişimi tamamlayan 166 kadın işçi dahil edilmiştir. Çalışmada işçilere toplumsal cinsiyet farkındalığına ilişkin 4 oturumdan oluşan 8 saatlik bir eğitim verilmiştir. Eğitim öncesi ön test olarak işçilere sosyo-demografik özelliklerini inceleyen soru formu ve toplumsal cinsiyet rolleri tutum ölçeği uygulanmıştır. Eğitiminin sonunda son test yapılarak toplumsal cinsiyet tutumu rolleri üzerindeki değişiklik belirlenmiştir. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistikler, Paired-t, independent-t ve ki-kare testi uygulanmıştır. Araştırmaya başlamadan önce etik kuruldan ve ilgili fabrika yönetiminden yazılı izin, araştırma kapsamındaki işçilerden sözel onam alınmıştır.
BULGULAR: Eğitim durumu lise olan, orta ekonomik düzey sahip olan ve ilçede yaşayan işçiler kadın olma ile ilgili daha fazla sorun yaşamaktadırlar. İşçi kadınların Toplumsal cinsiyet rolleri tutum ölçeği toplam puanlarında eğitim sonrasında (155,45±17,48) eğitim öncesine (149,72±19,54) göre artış belirlenmiş, aralarındaki istatistiki olarak anlamlı bulunmuştur (p=0,006).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma ile işçi kadınlara toplumsal cinsiyet rolleri tutumlarını değiştirmek amacıyla verilen eğitim sonunda işçilerin toplumsal cinsiyet rolleri tutumları ölçeği toplam puanı, Kadın Cinsiyet Rolü ve Geleneksel Cinsiyet Rolü alt boyutlarında puan artışı meydana gelmiştir.
INTRODUCTION: This study was conducted in order to assess the impact of Gender Awareness Training on gender role attitudes of women workers.
METHODS: The research was conducted with a pre-test – post-test model in a non-randomized single group with a quasi-experimental research design. The participants of the study were 166 female workers who work in a factory. During the research, the workers were given an 8-hour training on gender awareness in 4 sessions. Before the training, a questionnaire form investigating the socio-demographic characteristics of workers and the Gender Roles Attitude Scale (GRAS) were applied to the workers as a pre-test. After training, the change in gender role attitudes was identified by means of post-test. Descriptive statistics, independent-t, and chi-square test, Anova, and Paired t-test were used for analyzing the data. Before starting the research, permission from the ethical committee and factory management was taken.
RESULTS: The women whose education level was high school, whose economic condition was middle, and who lived in the district have more problems for being female. The total scores of the participants from the Gender Roles Attitude Scale have increased from (155.45±17.48) to (149.72±19.54) as before the training program and after the training program(p=0.006).
DISCUSSION AND CONCLUSION: At the end of the training, it was found out that there has been an increase in women’s total gender role attitude scores, in the sub-dimensions such as female gender role attitude and traditional gender role attitude.

CASE REPORT
16.Possible COVID-19 Reinfection in Two Healthcare Workers: A First Case Report from Turkey with Review of the Literature
Erdinç Yavuz, Özgür Günal
doi: 10.5505/amj.2021.82957  Pages 176 - 183
COVID-19 pandemisinin en yoğun günlerini yaşadığımız bu günlerde hastalığı geçirenlerde bir süre sonra benzer klinik tablolar gözlenmiş olması ve birkaçı sağlık çalışanlarında olmak üzere olası re-enfeksiyon vakalarının rapor edilmesi COVID-19'a karşı kazanılan doğal bağışıklık ile ilgili ciddi endişelere yol açmıştır. Biz burada Türkiye'de ilk kez sağlık çalışanlarında iki olası re-enfeksiyon vakasını rapor ediyoruz. İlk vaka COVID-19 vakalarının izlendiği bir yoğun bakım servisinde çalışan 21 yaşındaki erkek hemşiredir. Halsizlik, şiddetli kas ağrısı ve boğaz ağrısı şikayetleri sonrası 10 Ağustos'ta RT-PCR testi pozitif olarak bildirilmiştir. Toraks BT normal olarak değerlendirilmiştir. İlgili protokole göre tedavi alan ve izlenen hasta 25-26 Ağustos tarihlerinde art arda alınan iki RT-PCR testinin negatif olması üzerine işine geri dönmüştür. Bundan 76 gün sonra halsizlik, şiddetli kas ağrısı, boğaz ağrısı ve ishal şikayetleri ile yeniden başvuran hastanın RT-PCR pozitif olarak rapor edilmiştir. İkinci vaka COVID-19 hastalarının izlendiği bir serviste çalışan 28 yaşındaki kadın doktordur. Sub-febril ateşin eşlik ettiği yorgunluk, şiddetli kas ağrısı, baş ağrısı, öksürük, anozmi ve disguzi şikayetleri sonrası 25 Ağustos'ta gerçekleştirilen RT-PCR testi pozitif olarak rapor edilmiştir. İlgili protokole göre tedavi verilen ve izlenen hasta şikâyetlerinin geçmesi ve 10 ve 15 Eylül'deki RT-PCR testlerinin negatif raporlanması üzerine işine dönmüştür. Bundan 71 gün sonra yorgunluk, kas ağrısı, boğaz ağrısı, baş ağrısı, sub-febril ateş ve ara sıra kuru öksürük şikayetleri sonrası alınan RT-PCR testi pozitif olarak değerlendirilmiştir. Toraks BT incelemesi normal olarak raporlanmıştır. Vakalar, bu konuda literatürde yer alan benzer yayınlar ve her iki klinik durumda izole edilen suşların genom dizilimlerinin incelendiği çalışmaların sonuçları ile ayrıntılı olarak tartışılmıştır.
In these worse days of the COVID-19 pandemic, it was reported that similar clinical pictures were observed after a while in those who suffered from the disease suggesting possible cases of reinfection. Some of these cases were among healthcare workers. These reports have raised serious concerns about the natural immunity gained against COVID-19. We report here two possible cases of reinfection in healthcare workers for the first time in Turkey. The first case was a 21-year-old male nurse working in a COVID-19 intensive care unit. RT-PCR test was reported positive on August 10 after complaints of weakness, severe muscle pain, and sore throat. The patient, who received treatment and was followed up according to the protocol, returned to work when two consecutive RT-PCR tests were negative on August 25-26. After 76 days, the patient who presented with complaints of weakness, severe muscle pain, sore throat, and diarrhea had again a positive RT-PCR. The second case was a 28-year-old female doctor working in a COVID-19 clinic. Her RT-PCR test was performed on 25 August after complaints of fatigue, severe muscle pain, headache, cough, anosmia, and dysgeusia accompanied by sub febrile fever were reported positive. She returned to work after two RT-PCR tests on September 10 and 15 were reported negative. Seventy-one days later, the RT-PCR test taken after complaints of fatigue, muscle pain, sore throat, headache, sub febrile fever, and occasional dry cough was evaluated as positive. The cases were discussed in detail with the review of the literature.

17.Methylene blue and hyperbaric oxygen treatment in dapson-induced methemoglobinemia
Gülhan Kurtoğlu Çelik, Selda Kıdak Özkaya, Nazlı Görmeli Kurt
doi: 10.5505/amj.2021.33340  Pages 184 - 189
Methemoglobinemi, kanda aşırı methemoglobin bulunması durumudur. Methemoglobinemi, siyanozun ayırıcı tanıları arasında düşünülmesi gereken, nadir görülen fakat klinik olarak önemli bir durumdur, teşhisi hızlı ve nispeten kolay bir prosedürdür. Acil hastaların tedavisinde; yüksek akım O2 (HFO2) mevcut hemoglobinin doygunluğunu sağlamak için önemlidir. Metilen mavisi, ilaçların indüklediği semptomatik methemoglobinemi (göğüs ağrısı, nefes darlığı veya konfüzyon gibi hipoksi bulguları) veya MetHb düzeyleri>%20 olan asemptomatik hastalarda ilk seçenek tedavidir. 19 yaş kadın hasta acil servisimize suisid amaçlı 2,5 gram dapson alımı sonrası başvurduğu başka bir merkezden kan gazında ölçülen methomoglobinemi seviyesi %34 ölçülmesi üzerine getirildi. Yüksek akım oksijen tedavisine yanıt vermeyen hastaya hiperbarik oksijen tedavisi 90 dakika süreyle yapıldı. Bu vaka sunumunda, standart metilen mavisi tedavisine yanıt vermeyen hipoksik ve siyanozlu methemoglobinemi hastası anlatmak istedik.
Methemoglobinemia is the presence of excessive methemoglobin in the blood. Methemoglobinemia is a rare but clinically important condition that should be considered among the differential diagnoses of cyanosis. It is a fast and relatively easy-to-diagnose procedure. In the treatment of emergency patients; high current O2 (HFO2) is important to ensure saturation of available hemoglobin. Methylene blue is the first-line treatment in asymptomatic patients with symptomatic methemoglobinemia (signs of hypoxia such as chest pain, shortness of breath, or confusion) or with MetHb levels> 20%. A 19-year-old female patient was brought to our emergency department after taking 2.5 grams of dapsone for suicide purposes from another center when the level of methemoglobinemia measured in blood gas was measured as 34%. Hyperbaric oxygen therapy was applied for 90 minutes to the patient who did not respond to high flow oxygen therapy. In this case report, we wanted to describe a patient with hypoxic and cyanotic methemoglobinemia who did not respond to standard methylene blue therapy.

REVIEW
18.Obesity and oral-dental health
Fatma Dilara Baysan, Melek Dilek Turgut
doi: 10.5505/amj.2021.98159  Pages 190 - 202
Obezite, çağımızın sağlık sorunlarının en önemlilerindendir. Günümüzde, tüm dünyada obezite prevalansı artmakta olup bu durum sadece yetişkin bireyleri değil, çocukları ve gençleri de etkilemektedir. Obezite, kalp-damar hastalıkları, hipertansiyon, diyabet, bazı kanser türleri, solunum sistemi hastalıkları, kas-iskelet sistemi hastalıkları gibi pek çok sağlık probleminin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bununla birlikte, gerek obeziteye neden olan davranışsal faktörler gerekse obezitenin vücutta yarattığı değişiklikler ağız ve diş sağlığını da tehdit edebilmektedir. Literatürde obezitenin diş çürüğü, periodontal hastalık ve tükürük üzerindeki etkisinin araştırıldığı çok sayıda çalışma yer almaktadır. Bu derlemenin amacı, çeşitli alanlardaki sağlık personelinin obezitenin yol açabileceği ağız ve diş sağlığı problemleri açısından farkındalıklarını artırmaktır.
Obesity is one of the most important health problems of our age. The prevalence of obesity has been increasing all over the world, affecting not only adults but also children and adolescents. Obesity causes many health problems including cardiovascular diseases, hypertension, diabetes, some types of cancer, respiratory system diseases, and musculoskeletal diseases. In addition, behavioral factors causing obesity and changes in the body caused by obesity may also threaten oral and dental health. In the literature, there have been many studies regarding the effect of obesity on dental caries, periodontal disease, and saliva. The current review aims to increase the awareness of health professionals on oral and dental health problems caused by obesity.

19.Primary health care principles for transgender individuals
Muzaffer Serdar Deniz, Didem Özdemir, Bekir Cakir
doi: 10.5505/amj.2021.80000  Pages 203 - 216
Cinsiyet çeşitliliğine ilişkin görünen artış, genel sağlık çalışanlarının bu grupla karşılaşma olasılığının da artmasına yol açmıştır. Birinci basamak sağlık hizmetinde çalışan hekimlerin nitelikli ve kapsamlı bir sağlık hizmeti verebilmeleri için hastaların cinsel yönelimlerinin ve cinsiyet kimliklerinin farkında olmaları ve yaklaşımları önemlidir. Trans bireylerin sağlık gereksinimleri ve sağlık hizmetlerine erişimde yaşadıkları sorunlar dikkate alındığında birinci basamakta bu kişilerin yönetimi oldukça önem kazanmaktadır. Birinci basamak sağlık hizmetlerinde trans erkekler ve trans kadınlar için birincil, ikincil ve üçüncül koruma sağlanabilmektedir. İdeal olarak, trans bireylere sunulan sağlık hizmetleri birinci basamakta sağlık hizmeti veren hekimler ile psikiyatristler, endokrinologlar ve cerrahları içeren multidisipliner yaklaşımı gerektirmektedir. Bu derlemenin amacı, güncel kılavuzlardan yararlanarak trans bireylerin yönetimi ile ilgili esasları ve sunulması gereken sağlık hizmetlerini özetlemek ve bu konuda birinci basamakta sağlık hizmeti veren hekimlere yardımcı olmaktır.
The sharp rise in gender diversity has led to an increased likelihood of general health workers encountering this group of patients. Awareness and approach of physicians working in primary health care about the sexual orientation and gender identity of the patients are important to provide a qualified and comprehensive health service. In this context, considering the health needs of transgender individuals and the problems they experience in accessing health services, the management of these people in primary care requires special attention. Primary, secondary and tertiary prevention services can be provided for trans men and trans women in primary health care. Ideally, a multidisciplinary approach including primary care physicians, psychiatrists, endocrinologists, and surgeons should be adopted for healthcare services for transgender people. The aim of this review is to determine the principles of the management of transgender people and the health services that should be provided to them using current guidelines and to assist physicians in providing primary healthcare services to these patients.

LETTER TO EDITOR
20.Scoring the Covid-19 Risk of Districts and Regions of Istanbul from the Density Map of Hayat Eve Sigar Application
Bekir Aktura, Kursad Koc, Mustafa Andaç Derinpınar, Nilüfer Aktura
doi: 10.5505/amj.2021.48379  Pages 217 - 219
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale